Rüyanın Hayatımızdaki Yeri

Rüya ve yaşam konulu bu yazımızda, rüya ile amel edilir mi, rüyaya göre hareket etmek ne kadar doğru, bu konularda İslam büyükleri ne demiş ve örnek olaylar üzerinde duracağız.

Rüyanın Hayatımızdaki Yeri
Rüyanın bir müjde ve uyarı olduğunu bildiren hadisler, asıl olarak rüyanın müminin hayatındaki yerine dikkat çekiyor. Bunun için, bir mümin gördüğü bir rüya sonucu hayatına çekidüzen verebilir, ibadet ve davranışlarını geliştirebilir.

Bir seferinde Abdullah bin Ömer rüyasında iki melek görür ve melekler kendisine, “Namazı da çok kılsan, ne iyi adamsın sen” derler.
Bu rüyayı Hz. Abdullah, kız kardeşi ve Efendimizin hanımı Hz. Hafsa’ya anlatır, Hz. Hafsa da Peygamberimize arz eder.
Peygamberimiz de “Çokça gece namazı kılsa, Abdullah gerçekten salih bir kuldur” diye buyururlar.
Hz. Abdullah’ın talebesi ve bir hadis deryası olan Hz. Nâfi der ki: “Bundan böyle Abdullah gece namazlarını artırdı.”
Sahabilerin hayatında da bu tarzda uygulamayı görüyoruz.

Bir zât Hz. Ömer’e gelir, rüyasında ay ile güneşin birbiriyle savaştıklarını görür.
Hz. Ömer, “Sen hangisiyle beraberdin?” diye sorar.
Ben, “Ay ile” beraberdim diye cevap verir
Hz. Ömer, “Sen mahvedilmiş âyetle (ışığı kendinden olmayan bir gökcismi ile) beraberdin; asla bir iş üstlenemezsin” der ve rüyayı gören adamın karakter yapısını dile getirir.

Bu hadisi ve rivayeti nakleden İslâm hukukcusu eş-Şâtibî şu bağlayıcı açıklamayı getirir:
“Bu çeşit rüyalarla amel edilebilmesi için aranan şartların üzerinde durmak gerekir. Sadece rüya ile değil, keşif ve ilham gibi yolların dikkate alınıp onlarla amel edilebilmesi için mutlak surette dinî bir hükme veya şeri bir kaideye ters düşmemesi gerekir. Çünkü dinî bir kaide ve hükmü ihlal eden, bozan bir şey haddizatında hak olan bir şey değildir. O ya hayaldir, ya vehimdir veya şeytanın bir telkinidir. Bunlar bazen içlerinde bir hak unsuru taşıyabilir, bazen de haktan hiçbir şey taşımayabilir.

Bu açıklamaya örnek bir rüya verelim. Günümüzde yaşanan vahim bir olayı anlatmak istiyorum. Bir adam karısıyla beraber uyumaktadır. Gece gördüğü rüya sonucu yataktan sıçrar. Rüyasında karısını bir başka erkekle onu aldattığını görmüştür. Rüyasına binayen hareket eden adam karısını o gece öldürür. Bu rüyada da adamın fiilinde de hiçbir şekilde hayırdan bahsedilemez. Bu tip rüyalar ya şeytani rüyalardır yahut bilinç altı rüya dediğimiz günlük rüyalardandır. Bu rüyalara göre hareket etmek doğru değildir.
“Bu durumda bunların dikkate alınması doğru değildir. Çünkü dinen sabit olan bir şeye ters düşmektedir. Şöyle ki: Hz Peygamberin getirmiş olduğu dinî hükümler geneldir, özel değildir. Onun esasları bozulamaz. Durum böyle olunca, dinin belirlediği esaslara ters düşen her şey sakat ve bâtıldır.

“Bu konuya verilecek misallerden biri de İbn Rüşd’e sorulan bir sorudur. Bir hâkim, kendisine gelen bir davada, doğru sözlülükleri ve adaletiyle bilinen iki şahidin şahitlikte bulunmasından sonra, rüyasında Hz. Peygamberin kendisine, ‘Bu şahitlikte hüküm verme, çünkü o bâtıldır’ dediğini görür.)
Rüyanın hayale, bilinçaltına, biyolojik konuma kapısı açıktır. Bu açıdan ciddi biçimde üzerinde durup incelemeye çalışmak gerçekçilikle bağdaşmaz. Çünkü öyle rüyalar vardır ki, görüntüsü hayırlı iken bazen tam tersi çıktığı için kötü rüya olarak değerlendirilir, insanı ümitsizliğe düşürür, moralini bozar, kötü düşüncelere götürür. Nice rüyalar da var ki, görünümü dehşetli, zararlı ve pis oldukları halde yorumu ve manası güzel çıkar. Öyle ki bu durum atasözlerimize geçerek rüyalar tersine çıakr denmiştir. Ancak en güzeli rüya tabirini bilene bırakmaktır

Bu arada Bediüzzaman “Uykunuzu bir dinlenme vasıtası kıldık” (Nebe’, 78:9) mealindeki âyete “Rüyada ve nevmde (uykuda) perdeli olarak ehemmiyetli hakikatler var olduğunu gösterir” şeklinde bir açıklama getirir ki, rüyadaki hakikatlerin yoruma, tabire ve tevile müsait olduğunu ifade eder. Cenâb-ı Hakkın, keşfiyatta, yani manevi hallerin açılımında, görülmesinde ve sadık rüyalarda gayb âlemine yönelik bazı hakikatlerin gün yüzüne çıktığına temas eden Üstad, O hakikatlerin gerçek yönlerinin, olayın ortaya çıkmasından sonra bilineceğini anlatır
Sâdık rüyaların hiçbir şekilde ‘delil ve hüccet’ olamayacağına da işaret ederken, rüyaların hadiste bildirildiği üzere birer müjde özelliğini taşıdığını dile getirir

Rüyaların dinde, Kur’an’da ve sünnette, özellikle tasavvufta yeri vardır ve önemlidir, ama rüyalar dinî bir hüküm içermez, dinî bir meseleyi hükme bağlamaz ve bu noktada onunla amel de edilmez.

Rüya Tabiri Nasıl Yapılır

Rüya Tabiri Nasıl Yapılır
Rüyada görülen hadiselerin dünyada karşılığını bulmak özel bir ihtisas gerektirir. Herkesin yapacağı iş değildir. Rüya tabiri Allah’ın bir lütfudur ve bu ilim vehbî ilimdir, yani Cenab-ı Hak bazı kullarına vermiştir.

Rüya, anlatılıp tabir edilinceye kadar muallâktadır, askıda ve kapalıdır. Tabir edilince, anlatılan şekle bürünür ve nasıl tabir edilmişse öyle çıkar.
Rüya tabiri, hayalî şekil ve manalardan ipucu bularak görüntünün arkasındaki gerçeğe ulaşmaktır. Mecaz ve hayalden gerçeği görebilmektir.
Rüyadaki işaretler şifredir. Şifreleri herkes çözemez. Rast gele herkesin deşifre etmesi mümkün değildir.

Rüyadaki işaretler ve ipuçları kaderin habercisidir. Müminin rüyası, görmeden iman ettiği Cennetin delili ve tasdikidir. Her mümin kabiliyetine göre rüya asansörüyle yücelere çıkıp gezinti yapabilir. Sonsuzluk âlemine açılan pencereden gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan kalbinin tasavvur edemediği manzaraları seyredebilir.

Rüya çocuk için büyümek, gençlik için ideallerine kavuşmak, yaşlı için imanının inkişafı ve sonsuzluk ülkesine davettir; sanatkâr için keşif, âlim için ilham, takva ehli için sonsuzlukta gezinti, günahkâr için azap ve ikazdır.

Bazı insanlar sadece uyuyup uyandığını bilir, hiçbir şey görmeden uyanır, bazısı da gün boyu meşgul olduğu olayların tekrarını ve etkisini rüyada görür. Mesela korku filmi izleyenler rüyada kâbus görür.

Bazen de hastalıktan dolayı rüya görülebilir. Öfkeli insanın rüyada kavga etmesi, çok tuzlu yiyenin rüyada çeşmeler görmesi mümkündür.
Resulullah Efendimiz vahiy iklimine rüya yoluyla girmiş, zaman zaman sahabeye rüyasını anlattığı gibi, onların rüyasını da tabir etmiştir.
Allah’ın ilminde her hadise kayıtlıdır. Allah’ın kudret ve iradesiyle dünya âleminde yaşantıya dökülür.

Abdülgani Nablusî rüya tabircilerini şöyle sıralar: İlk rüya gören ve yorumlayan Hazret-i Âdem’dir (a.s.). ondan sonra peygamberler, sahabeler, tabiin, âlimler, rüya kitabı yazanlar ve filozoflar…

İlim Öğretme Adabı

Hz. Ali (r.a) demiştir ki: “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Resülünün tekzib (yalan) edilmelerini ister misiniz?”[1]
İbnu Mes’ud (r.a) diyor ki: “Sen bir cemaate akıllarının almayacağı bir şey söylersen mutlaka bu, bir kısmına fitne olur.”[2]
Hz. Ali burada, muhatabın anlayacağı şeylerle irşad yapmayı, anlayamayacakları şeylerden bahsetmemeyi emretmektedir. Hadisin bir başka veçhinde “Anlaşılması zor olacak şeyleri de terk edin” denmiştir.

 Muaz b. Cebel (r.a) Resülullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu söyledi:
“İlim öğrenin. Zira Allah için ilim öğrenmek Allah’tan korkmayı sağlar. İlim talebi ibadet, müzakeresi tesbih, tahsili ise cihattır. Bilmeyenlere onu öğretmek sadaka, onu ehline vermek de (Allah’a) itaattir. Çünkü ilim helal ve haramın yollarını gösteren işaret ve cennetliklerin yollarındaki kandillerdir. İlim yalnızlıkta dost, gurbette yoldaş, tenhada arkadaş, bollukta ve darlıkta yol gösterici, düşmanlara karşı silah ve dostlar yanında ziynettir. Allah ilimle toplumları yükseltir ve onları daima iyiliklerde önder yapar. İlim, kalpleri cehaletten kurtararak onlara hayat verir. Gözleri karanlılardan kurtaran kandillerdir. Kul ilmiyle, iyi insanların rütbelerine, dünya ve ahiret’te de yüksek derecelere ulaşır. İlim öğrenirken düşünmek, oruç sevabına eşittir. İlim öğretmek ise (oruç tutan bir kişinin) gece teheccüd namazı kılmasının sevabına eşittir. Onunla yakınlara karşı alaka sürdürülür. Onunla helal haramdan ayrılır. İlim amele önderlik yapar. Amel de ilmin arkasından gider. İlim, mutlu kişilere verilir. Mutsuz kişiler de ilimden mahrum kalır.”

Assab oğlu Safvan el-Muradi’nin (r.a) şöyle dediği rivayet edildi: Resülullah (s.a.v) yanına geldim. O mescitde kırmızı elbisesine yaslanmış vaziyetteydi. O’na: “Ya Resülallah! Ben ilim öğrenmeye geldim” deyince. Resülullah: “Merhaba… İlim öğrenmek isteyen kişi. İlim öğreneni melekler kanatlarıyla kuşatırlar. Sonra onun öğreneceği şeye olan sevgilerinden dolayı, dünya göğüne ulaşıncaya kadar birbirlerinin üzerine binerler.” buyurdu.

İbni Abbas’ın (r.a) Resülullah (s.a.v) şöyle buyurduğunu söyledi: “İlim öğrenirken ölen kimse, o kadar yükselmiş olarak Allah’a kavuşur ki, kendi ile peygamberler arasında yalnız peygamberlik derecesi kalır.”
Eska oğlu Vasile (r.a) Resülullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu söyledi: “Kim ilim öğrenmek ister ve öğrenirse, Allah ona iki hisse sevap verir. Bir kimse de ilim öğrenmek ister de elde edemezse, Allah ona bir hisse sevabı yazar.”

Ebu Zer’den (r.a) Resülullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edildi: “Ya Eba Zer! Gidip Allah’ın kitabından bir ayet öğrenmek, senin için yüz rekat nafile namaz kılmaktan daha hayırlıdır. Amel edilsin veya edilmesin, gidip ilmi bir konuyu öğrenmen ise, senin için bir rekat nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır.”

Ebu Hüreyre (r.a) Resülullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu söyledi: “Allah’ın (c.c) farz kıldıklarından bir veya iki veya üç veya dört, veya beş kelime öğrenen ve öğrendiği bu kelimeleri başkalarına da öğreten herkes mutlaka cennet’e girer.”
Ebu Hüreyre; “Bunları Resülullah’dan (s.a.v) işittikten sonra hiç bir hadisi unutmadım” demiştir.

Rivayet edildiğine göre bir gün Ebu Hüreyre (r.a) Medine’nin çarşısına uğrayarak orada durup şöyle demiştir: “Ey pazarcılar (alış veriş yapanlar) nasibinizi almaya engel nedir? dedi. Nedir o nasip ya Eba Hüreyre? dediler. Ebu Hüreyre: “Resülullah’ın (s.a.v) mirası bölüşülüyor, siz hala buradasınız. Gidip hissenizi almak istemez misiniz? dedi. Onlar: O miras nerede? diye sordular.

Ebu Hüreyre (r.a) mescitte dedi. Bunun üzerine pazarda bulunanlar koşarak çıktılar, (ve mescide girdiler) oradan dönmek üzere olan bu kişiler, Ebu Hüreyre (r.a) durdurarak: Ne istiyorsunuz? dedi. Onlar da: “Biz mescide gelip girdik, fakat orada bölüşülen hiç bir şey görmedik” dediler. Ebu Hüreyre (r.a) onlara: Mescidde hiç kimseyi görmediniz mi? dedi: “Evet gördük. Bir grup namaz kılıyor, bir grup Kur’an okuyor, diğer bir grup da haram ve helali tartışıyorlardı” dediler. Bunun üzerine Ebu Hüreyre (r.a): “Yazıklar olsun size! İşte bu, Hz. Muhammed’in (s.a.v) mirasıdır.”
Hz. Ali (k.v) Resülullah (s.a.v) şöyle buyurdu dedi: “Allah ilim yolunda ayakkabılarını, mestlerini ve elbisesini giyen her kulun günahlarını, evinin eşiğinden adımını atar atmaz bağışlar.”

İbn Abbas’dan (r.a) Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu, dediği rivayet edildi: “Allah’ım! Benim halifelerimi bağışla” Biz: “Ya Resülallah senin halifelerin kimler? diye sorduk. Resülullah (s.a.v): “Benden sonra gelerek hadislerimi rivayet eden ve onları insanlara öğreten kişilerdir.” Cevabını verdi.
[1] Buhari, ilim 49
[2] Müslim, mukaddime 5

İlim Öğrenmek

İbrahim b. Alkame’den o da İbni Mesud‘dan (r.a) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Kim ilimden dünyasını ve ahiretini aydınlatacak bir bölüm öğrenirse, Allah ona dünyada kabul görmüş, tutulan yedi bin sene orucun sevabından ve ibadetle geçirilmiş gecelerin sevabından daha çok hayırlar ihsan eder.” [1]  demiştir.

Bir başka hadisinde ashabına hitaben:
(Ezbere) Kur’an okumak körlerin, (nafile) namaz kılmak yaşlıların, (nafile) oruç tutmak fakirlerin, tespih çekmek kadınların, sadaka vermek cömertlerin, tefekkür düşkünlerin amelidir. Size abdalların (Allah’ın seçkin kullarının) amelini öğreteyim mi?” dedi. Eshab: “Ya Resûlallah, abdalların ameli nedir?” dediler. Resûlullah (s.a.v):  “İlim öğrenmek! Çünkü ilim, müminin dünya ve ahiretteki nurudur.” buyurdular.

“Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâptır.”[2]

“İlim, Çin’de de olsa onu alınız.”[3]

“İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini öğretir.”[4]

Ebu Umame (r.a) anlatıyor: “Resülullah’a (s.a.v) biri abid diğeri âlim iki kişiden bahsedilmişti. “Âlimin abide üstünlüğü, benim sizden en basitinize olan üstünlüğüm gibidir”[5] buyurdu.

Açıklama:
Aliyyu’l Kari der ki: “Burada Aleyhissalatu vesselam ilmin faziletini beyanda, mübalağa üslubuna yer vermiştir. Zira “…Benim, en a’lanıza üstünlüğüm gibidir” demiş olsaydı, bu ifade de ilmin fazilet ve şerefini belirtmede kâfi idi…
Yine bu rivayet, efdaliyet sebebine de işaret edildiği gibi, ilmin hayrı yaygındır, sonsuza sirayet eder, ibadetin hayrı kısadır, onu yapanla sınırlıdır, çünkü ilim nuru başkasına da geçen peygambere benzetilmiştir.

İbnu Abbas (r.a) anlatıyor, Resülullah (s.a.v) buyurdular ki: “Tek bir fakih, şeytana bin abidden daha yamandır.”[6]

Açıklama:
Burada fakihin şeytan tarafından çok zor aldatılacağı ifade edilmektedir. Çünkü fakih ilmiyle şeytanın aldatmalarına, iğvalarına (hilelerine) kapılmaz, üstelik halka hayrı emreder, şeytanın hileleri hususunda halkı aydınlatır. Bin rakamından murad, kesret yani çokluktur.
Âlimler bunu sebebini şöyle açıklar: “Çünkü şeytan, insanlara ne zaman bir heva kapısı açar ve kalplerinde bir kısım şehvetleri uyandırır ve cazip hale getirirse onun hilelerini bilen fakih, doğru yolda gitmek isteyen, hayrı talep eden Salihlere şeytanın açtığı bu kapıyı kapatmanın yollarını öğretir ve böylece şeytanı hüsrana uğratır, gayesini boşa çıkarır. Abid ise, ibadetle meşguliyeti sebebiyle, şeytanın hilelerinden gafil olabilir.

  • İlim, ilim bilmektir,
  • İlim kendin bilmektir;
  • Sen kendini bilmezsen,
  • Bu nice okumaktır.

Tirmizi’nin Sahbere’den (r.a) kaydına göre, Aleyhissalatu vesselam: “Kim ilim talep ederse, bu işi, geçmişteki günahlarına kefaret olur.”[7] (İlim talebini, “Küçük günahlara karşı kefarettir” diye kayıtlı olarak anlamak daha muvafıktır.)

Ebu Vakid el-Leysi (r.a) anlatıyor: “Resülullah (s.a.v) mescide otururken üç kişi çıktı geldi. İkisi Resülullah’a (s.a.v) yönelerek önünde durdular. Bunlardan biri, bir aralık bularak hemen oraya oturdu. Diğeri de onun gerisine oturdu. Üçüncü kimse ise, geri dönüp gitti. Resülullah (s.a.v) (dersinden) boşalınca buyurdular:

“Size üç kişiden haber vereyim mi? Bunlardan biri Allah’a iltica etti, Allah’da onu himayesine aldı. Diğeri istihyada (hayada) bulundu, Allah’da onun istihyasını kabul etti. Üçüncüsü ise geri döndü, Allah da ondan yüz çevirdi.”[8] (Hadis, âlimlerin mescide zikir ve ilim halkaları kurmalarının, halkın da bu halkalara devam etmesinin faziletli bir amel olduğunu ifade edip teşvikte bulunmaktadır.)

[1] Yakın manadaki hadisler için bkz: Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, No:118; Ali el-Müttakî, el-Hindî, kenzu’l-Ummâl, No: 28852; Hatib el-Bağdadî, Tarihu Bağdat, 6/50; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Müttakîn, 1/160:
[2] Dürr-ül-Muhtâr.
[3] İbn-i Mâce.
[4] Hadîs-i şerîf-Berîka.
[5] Tirmzi, İlim 19. (2686)
[6] Tirmizi, İlim 19 (2083)
[7] Tirmizi, İlim 2, (2650)
[8] Buhari, ilim 8, Salat 84; Müslim, selam 26, (2176) Muvatta, selam 4, Tirmizi, isti’zan 29,

İlmin Faziletleri

Ayet-i Kerimede Cenab-ı Hakk (c.c) şöyle buyurmaktadır: “De ki: Ya Rab! İlmimi arttır.” [1]
Başka bir Ayet-i Kerimede de: “(Resülüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[2] buyurmaktadır.
Yine Ayet-i Kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Allah, içinizden iman edenlerle ilme nail olanların derecelerini yükseltir.”[3]
Bu ayetin tefsirinde İbn-i Abbas (r.a) Hazretleri buyuruyor ki: “Âlimler ile cahiller arasında yedi yüz derece fark vardır. Her derecenin arası da beş yüz senelik yol kadardır.”

Bu gibi pek çok Ayetlerle ilmin yüceliğine dikkat çekmiş, dünyayı isteyene de, ahireti isteyene de, hem dünya hem ahiret her ikisini de isteyene hep ilmin kesp edilmesini tavsiye etmiştir.[4]

Yine Cenab-ı Hakk (c.c) şöyle buyurmaktadır: “Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrar etmişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilah yoktur.”[5]

Bak! Allah Teala nasıl kendi zatıyla başladığı şehadette, ikinci derecede melekleri, üçüncü derecede de ilim ehlini zikretmiştir. Allah Teala’nın ilme verdiği kıymeti anlatmağa yalnız bu ayet bile kafidir.

Yine Cenab-ı Hakk (c.c): “Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden (alimlerden) sorunuz.”[6]

Peygamber Efendimiz (s.a.v)de şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz, ilim öğrenmek, erkek-kadın her Müslümana farzdır.”[7]

 Alimler farz olan bu ilmin hangisi olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi kelam, kimisi fıkıh, kimisi tefsir, kimisi hadis, kimisi de tasavvuf farz olan ilimdir, demişlerdir. Bunlarda doğru olan Eimme-i arifin ve kâmil evliyanın seçtikleri tasavvuf ilmidir. Zira bütün akıllı kişiler ittifak etmişlerdir ki en yüce maksat Allah’a ulaşmaktır. Bu da tasavvuf denilen ilim ve bir dalı olan ilmihal (fıkıh) ile mümkündür.

Allah’a ulaşma yani Marifetullah ilmi, insanın tek başına öğreneceği bir ilim değildir. Ancak bir mürşidi kâmilin terbiyesinde öğrenilir.
Hz. Peygamberimiz’in (s.a.v): “İlim Çin gibi uzak yerlerde de olsa, peşine düşüp tahsil ediniz.” hadisi her Müslüman’dan, ilim için bir
hareket istemekte ve gerekirse uzunca yolculuğu emretmektedir. Bu ilimlerin en üstünü ve en gerekli olanı Marifetullah ilmidir.
Marifetullah: Yüce Mevla’yı tanıma, Muhabbetullah: ise; Yüce Mevla’yı gerçek manada sevme ilmidir. Ariflerin asıl mesleği, talep edip sabredenlere, bu ilimleri yani Allah’ı tanımayı ve sevmeyi öğretmektir. Dolayısıyla bu ilim için yola çıkanların elde edecekleri nimetlerden dolayı çok sevinmesi gerekir. Çünkü, âlemlere Rahmet kılınan Efendimiz (s.a.v): “İlim elde etmek için evinden çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” buyurmuş ve:

“İlim elde etmek için evinden çıkan kimseye Allah, cennete giden yolu kolaylaştırır.” hadisleri, Allah’ın rızasını kazanmak için kamil bir mürşidi ziyarete giden kimselerin, Marifetullah ve Muhabbetullah ilmini öğreneceklerinden, dolayı gönüllerini bu yola çekmektedir.

Ahmed bin Hanbel’in (rah) talebeleri, Bişri hafi’nin yanına sık gittiğini görünce; “Efendim sizin ilminiz çok yüksek, ilmi olmayan böyle bir kimsenin yanında ne işiniz var.”diye sorduklarında şu cevabı vermiştir.
“Evet, bu saydığınız ilimleri ben ondan daha iyi bilirim, ama o Yüce Allah’ı benden daha iyi tanımaktadır. İşin başı olan Allah korkusu ve Marifetullah onun yanındadır.”demiştir.
Bu kadar büyük bir imam dahi bu sözleriyle, Marifetullah dediğimiz Allah’ı tanıma bilme ilminin ancak, Allah’ın dostlarından öğrenilebileceğini anlatmıştır.
Muaviye’den (r.a) rivayet olunduğuna göre Resülullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Allah’u Teala, her kimin hayrını murad ederse, onu dinde âlim ve fakih kılar.[8] (Cenab-ı Hak hayrını murad ettiği kimseyi dini hükümlere vakıf kılar.)
 İbnu Hacer bu hadisin üç hüküm ihtiva ettiğini belirtir.

  • Dinde tefakkuh (ilim sahibi olma)nın fazileti.
  • İlmi veren gerçekte Allah’tır.
  • Bu ümmetten bazıları kıyamete kadar daima hak üzere olacaktır.[9]

İmam Rabbani Hazretleri (k.s) Şeyhül İslam Heravi’nin şöyle dediğini nakletmiştir. “Allah’ım bu ne manadır ki evliyana verdin; şöyle ki: Onları tanıyan seni bulur, seni bulamayacak olanda onları tanıyamaz.”
  Mevlana Hz.leri de (k.s): “İlahi Ya Rabbi senin işin ne hoş ve ne güzeldir. Sen bir kulunu sevdiğin zaman sevdiğin bir dostuna gönderirsin. Dostuna gönderdiğini sende seversin.”
 Sehl b. Sa’d (r.a)den Peygamber (s.a.v) Hz. Ali’ye şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
“Allah’a yemin ederim ki, Cenab-ı Hakk’ın senin vasıtanla bir adamı hidayete mazhar buyurması, senin için, dünyaya malik olmaktan daha hayırlıdır.”[10]
(Rivayete göre hadis, Hz. Ali (r.a) Heyberin fethi sırasında söylenmiştir. 
  Ebu Hüreyre’den (r.a) Resül-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Başkalarını hidayete (doğruluğa) çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Bunanla beraber ona uyanların sevabından da hiçbir şey eksilmez.”[11]
  Yine  Ebu Hüreyre anlatıyor: Resül-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyurdu ki:
“Bir insan öldüğünde, ameli (nin sevabı) kesilir. Amel defter-i kapanır.” Yalnız:

  • Sadaka-i cariye, (Cami, çeşme, köprü, hastane, mektep yaptırmak, ağaç dikmek…)
  • İlmi bir eseri,
  • Kendisine dua eden Salih bir evladı olan kimsenin amel deftere-i kapanmaz.” (böyle amme menfaatine ait eserleri baki kaldıkça sevabı da devam eder.)[12]

Yine Ebu Hüreyre (r.a) şöyle naklediyor: Resül-i Ekrem’den (s.a.v) işittim, buyurdu ki: “(Nefsi ihtiraslara sevk eden, kalbi münhasıran maddi arzularla dolduran) “Dünya melundur. Yalnız Allah’ın zikri ve bununla ilgili olan şeylerle, âlimler ve müteallimler müstesnadır.”[13]
Hazreti Enes (r.a) anlatıyor. Nebiyi Muhterem (s.a.v):
“İlim tahsili için sefere çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.”[14]
Kesir b. Kays şöyle anlattı: Mescid-i Dimeşk’te Ebu Derda’nın (r.a) yanında oturuyordum. Ona biri geldi ve şöyle dedi:
Ya Eba Derda! Resülullah’ın Medine’sinden sana geldim. Bunun sebebi, senin Resülullah’dan (s.a.v) naklen anlattığın Hadis-i Şeriftir. Ben ticaret için gelmedim, başka bir iş için de gelmedim; sadece bunun için geldim: “Demek bunun için geldin?” dedi. Sonra şöyle anlattı: Resülullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Her kim, ilim tahsili için yola (sefere) çıkarsa –bu yüzden- Allah Teala ona cennet yolunu kolaylaştırır. (çünkü ilim, insanı cennet’e ulaştıracak sebeplerin başında gelir)

Şüphesiz melekler de ilme talib olanlara, hoşlandıklarından dolayı, kanat gererler, (ilmiyle amil oldukları zaman) Göklerde (yeryüzündekilerin istiğfarı için rablerini hamd ederek tesbih eden melekler) ve yerde (insan, cin ve hayvanlar) bulunan varlıklar, hatta sudaki balıklara varıncaya kadar, hepsi ilim adamları için Allah’dan afvü mağfiret dilerler. Bir âlimin (ilmiyle amil olan) Abid üzerine üstünlüğü, Ay’ın sair yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler, Nebilerin varisidir. (şeriatı tebliğ ve hidayete vesile olduklarından dolayı.) (Peygamberlikten üstün rütbe olamayacağına göre, bu mirasa sahip olmaktan büyük şeref tasavvur edilemez)  “Peygamberler, ne bir altın ve ne de bir gümüş miras bırakmamışlar, ancak ilmi miras bırakmışlardır. İşte o mirasa konan, sonsuz bir haz ve nasip almış demektir.”[15]
  Açıklama:

  • Bu Resülullah’ın (s.a.v) ilmi tafdil sadedinde beyan buyurduğu mühim hadislerden biridir. İçerisinde ilmi ve âlimi tafdil edici değişik hususlara yer verilmektedir.
  • İlim için yola çıkana Allah cenneti kolaylaşmaktadır.
  • Melekler, ilim talibine tazim göstermektedir.
  • Arz ve semada mevcut bütün hayat sahipleri talib-i ilme rahmet duası okumaktadırlar.
  • İlim ibadetten fevkalade üstündür, kamerin yıldızlara üstünlüğü gibi…
  • Âlimler peygamberlerin varisleridir.
  • İlim elde eden, dünyada elde edilebilecek nasiplerin en ziyadesini elde etmiştir.

 Meleklerin kanatlarını koyması ne demektir? Bu hususta âlimlerimiz birkaç yorum getirmişlerdir.

  • Bir açıklamaya göre, bundan maksat hakkını tazim, ilmini tevkirdir (büyükleme) zira başka ayette aynı tabir bu manada kullanılmıştır. “Anne ve babana acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger.”[16]
  • Bazı âlimler: “Kanat koymaktan maksat yanına inmek için uçmayı terk etmektir” demişlerdir. Nitekim hadiste: “Allah’ı zikreden bir grup varsa mutlaka melekler sarar ve onları rahmet bürür.” buyrulmuştur.
  • Bazı âlimler: “Bunun manası, ilim talibini, üzerinde, dilediği memlekete, istediği hedefe götürüp ulaştırmak için kanatları açıp yaymaktır””demişlerdir.
  • Keza: “Bunun Manası, ilim talebinde talibe yardım ve çalışmasını kolaylaştırmaktır” dahi denmiştir.
  • Denizlerde balıklara varıncaya kadar bütün canlıların âlime istiğfar etmesi mevzuunda Hattabi der ki: “Allah Teala Hazretleri, balık ve sair bütün hayvanla hakkında onların faydaları, maslahatları rızıklarıyla ilgili bir ilmi âlimlerin dillerine koydu. Böylece hayvanlar hakkındaki haramlar, helaller nelerdir, onlar açıklamaktadır, hangi şeyler lehlerine ve faydalarınadır, hangi şeyler aleyhlerine ve zararlarınadır, insanlara âlimler bildirmekte, onlara iyilik yapılmasını, zarar vermekten kaçınılmasını vs, hep âlimler tavsiye etmekte, öğretmektedir. Buna binaen Allah, -kendilerine Ulemanın bu şefkatle hizmetlerine bir karşılık olarak – istiğfar etmelerini hayvanlara ilham etmiş olmaktadır.
  • El-Kadi der ki: “Resülullah’ın (s.a.v) âlimi kamere, abidi de yıldıza benzetmesinde şu incelik var: İbadetin kemal ve nuru abidden başkasına geçmez, hep kendinde kalır, halbuki âlimin nuru başkasına geçer.”[17]

Abdullah b. Amr i’bni’l-As’dan (r.a) şöyle dediği rivayet olunmuştur: Resül-i Ekrem’den (s.a.v) işittim, buyurdu ki:
“Allah Teala Hazretleri, (verdiği) ilmi, kullarının hafızalarından silmek suretiyle değil, lakin ilim adamlarının vefatlarıyla alır. (ulemanın azalmasıyla ilim de münkariz olur) Öyle ki, ortada âlim kalmayınca, halk kendilerine bir takım cahilleri baş edinirler. Onlara, dini bir mesele sorulur da, bilmedikleri halde, fetva vererek hem kendileri dalalete düşerler, hem de fetva isteyenleri dalalete sevk ederler.”[18] 
İbnu Hacer der ki: “İlim taleb edenler var olduğu müddetçe ilim kaldırılmaz.” Hz Enes’in yaptığı bir rivayette, ilmin kaldırılmasının Kıyamet alametlerinden biri olduğu ifade edilmektedir.

 Ziyad İbnu Lebid (r.a) anlatıyor. Resülullah (s.a.v) bir şey anlatarak:
“İşte bu şey, ilmin gitme anlarında olur” buyurdu. Ben: “Ey Allah’ın Resülü! Bizler Kur’an-ı okur olduğumuz, evlatlarımıza da okuttuğumuz, evlatlarımızda kendi evlatlarına okutur olacakları halde ilim nasıl gider (kaybolur)?”dedim. Aleyhissalatu vesselam: “Anasız kalasıca Ziyad! Ben seni, Medine’nin en fakihlerinden biri bilirdim. Şu, (gözümün önündeki) Yahudi ve Hıristiyanlar kitapları olan Tevrat ve İncil’i okudukları halde onların içinde bulunanlarla amel ediyorlar mı? (Demek ki keramet okumada değil, okunanı hayata geçirmekte, yaşamakta ve tatbik etmektedir) buyurdular.”[19]
[1] Ta-ha / 114
[2] Zümer / 9
[3] Mücadele / 11
[4] Kütüb-i Sitte C.11 S.228
[5] Al-i İmran / 18.
[6] Nahl / 43.
[7] İbn Mace, Mukaddime, 17: Beyhaki, Şuabü’l iman, no, 1663.
[8] Buhari, Müslim. R. Salihin Hadis no: 1405
[9] Kütüb-i Sitte C.11 S.239
[10] Buhari, Müslim. R. Salihin  Hadis no: 1408
[11] Müslim, R. Salihin Hadis no: 1411
[12] Müslim, R. Salihin Hadis no: 1412
[13] Tirmizi, R. Salihin Hadis no: 1413
[14] Tirmizi, R. Salihin Hadis no: 1414
[15] Ebu Davud, Tirmizi. R. Salihin Hadis no: 1417
[16] İsra / 24.
[17] Kütüb-i Sitte C.11 S.234.
[18] Buhari, Müslim. R. Salihin Hadis no: 1421
[19] Kütüb-i Sitte C. 17 S. 566. Hadis no: 1235

Derviş hak Yolun Yolcusu

Dervişlik, yiğitliktir; her kişinin değil, er kişinin başarabileceği bir iştir. Eren olup pîr’e varmak, ancak onun hakkıdır. Dervişlik, belki her Müslüman için arzu edilen bir ideal olması gerekmesine rağmen, yeterince nefis muhasebesi yapmadan “Ben dervişim!” diyebilir ve bu sıfatımla övünebilir miyim? Herkesten bir farkı olmayan hatta herkesin gerisinde kalan ben, nasıl dervişlikten bahsedebilirim ki! Gönlü Allah aşkı ile kaynayan nice dervişler bu dünyaya rahmet deryasından nurlar saçarken, bütün edep sınırlarını zorlayarak rahatlıkla ‘ben dervişim’ denebilir mi? Eğer diyecek olsam Derviş Yunus bana şöyle seslenmez mi:

Dervişlik der ki bana, sen derviş olamazsın
Gel ne diyeyim sana, sen derviş olamazsın.
Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek.
Derviş gönülsüz gerek, sen derviş olamazsın.
Derviş bağrı baş gerek, gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek, sen derviş olamazsın.
Doğruya varmayınca, mürşide ermeyince.
Hak nasip etmeyince, sen derviş olamazsın.
Ele geleni yersin, dile geleni dersin.
Böyle dervişlik dursun, sen derviş olamazsın.

Her zaman ‘hakkımı arıyorum’ diyerek Allah’ın (c.c) bana tahakkuk eden tahsisatına isyan eden ve bunun sonucunda pek çok insanın gönlünü kıran, verilmiş nimetlere şükredemeyen, musibetlere sabredemeyen ben, kaderin hangi safhasına razı olabildim ki ‘ben dervişim’ diyebileyim! Dervişlik bir rıza lokması değil midir? Onu yiyebilecek ve hazmedecek yani hayatının her ânında meydana gelen her oluşun Sevgili’den geldiğini hiç unutmayacak kişiler, dervişlik hırkasını giymeye hak kazanabilirler.

Pir Sultan Abdal’ın dediği gibi, dervişliğin bir “dem”den ibaret olduğunu bilip bu ânı duyabilen ve yaşabilenler ancak dervişliğe layık olanlardır:

Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?
Bu bir demdir, gelir geçer, duyamazsın demedim mi?

Sevgili Yunus, Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek” derken bana uzatılmış hangi sopaya veya beni söven hangi söze karşılık sükûnetimi koruyabildim ki! İnsanlar beni methederken hoşlanmadığım, zemmederken rahatsız olmadığım ve kendilerine incinmediğim bir ânım oldu mu ki!

Ahmed er-Rifâî Hazretleri, Derviş için şart odur ki, onda insanların ayıbını görecek göz olmaya. derken, ben hocalarımın, arkadaşlarımın, komşularımın, camide yan yana namaz kıldığımız cemaatin şimdiye kadar hangi ayıplarını saklayabildim ki! Mevlâna Hazretleri, İyi, kötü herkes, dervişin cüz’üdür, eğer böyle olmazsa derviş olmaz.” derken, ben iyi veya kötü insanların gıybet ve dedikodusunu yaparak oluşturduğum kirli sularda yüzmeye devam ettiğim halde nasıl derviş olabilirim ki! Bu hallerde iken ‘dervişim’ dersem, dervişlerin pîri Sevgili Yunus bana yine şöyle seslenmez mi?

Gaflet ile Hakk’ı buldum diyenler,
Er yarın Hak divanında belli olur.
Kimin adı sofi, kimin derviş,
Derviş isen kardeş, takvaya çalış
Gizlice yollardan sen Hakk’a eriş
Er yarın Hak divanında belli olur.

Elhâsıl, niçin derviş olamadım? Günahlarım ve kötülüklerimle kendi iç dünyamın güzelliklerini karartmış olduğum halde, kendimi sık sık derviş gibi zannettiğim için…

Bu akıl ve fikir ile Mevlâ bulunabilir mi? Her şeyden önce yapmam gereken, Aşkî’nin nidasını sıklıkla tekrarlamak olmalıdır: Affet isyanım benim, halim yaman Allahım! Defterim dolu siyah, halim yaman Sultanım!

Kardeşlere Hizmete Dair Hadis-i Şerifler

Resülullah (s.a.v) Efendimiz, önce kardeşlere hizmeti teşvik ediyor ve sevabını şöyle müjdeliyor:
“Bir mümin kardeşimin ihtiyacını görmek için yürümem bana, şu mescitte (Mescidi Nebi’de) oturup bir ay itikafa girmekten daha sevimlidir.”[1]

Hizmetin en büyük kerameti, insanı Allah’u Tealanın sevgi ve yardımına mazhar etmesidir. Âlemlere rahmet olan Efendimiz (s.a.v) bu müjdeyi de şöyle açıklıyor:
“Bir kul, din kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da onun yardımında olur.”[2]

Hak yolcusunun en güzel sermayesi edep ve hizmettir. Gücü yettiği halde kardeşlerine hizmetten ve ikramdan geri duran bir kimse ilahi rahmetten kaçıyor demektir. Eğer. “Yaptıklarım bana yeter, benim hizmetim ve ibadetim tamdır, yenisine gerek yoktur” diye düşünüyorsa, hepten yanılıyor ve kaybediyor.

Hizmeti zahmet gören ve gaflet içindeki haline de rahmete kavuşmuş gibi sevinen gafil nefsimize şu olayı hatırlatalım:
Bedir harbinde Ashab-ı Kiram’ın yeterli bineği yoktu. Üç kişi bir deveye nöbetleşe binerek gidiyorlardı. Âlemlere rahmet kılınan Resülullah Efendimizin de (s.a.v) özel bineği olmadığı için, bir deveye Hz. Ali ve Hz. Ebu Lübabe ile nöbetleşe biniyordu. Efendimiz (s.a.v) bir müddet bindi; sıra diğerlerine geldi, onlar:

“Siz bininiz Ya Resülallah, biz yürüyelim.” dediler. Efendimiz (s.a.v): “Ben Allah’ın vereceği sevaba sizden daha az muhtaç değilim; siz de yürümek için benden daha kuvvetli değilsiniz. Herkes sırasıyla binecek ve yürüyecek.”[3] buyurdu.

Resülullah Efendimizin (s.a.v) şu müjdeleri ne güzeldir.
“Size Cennet ehl-i olanlarınızı haber vereyim mi? Bir şehrin (memleketin) öbür ucunda bulunan din kardeşini Allah rızası için ziyaret eden kimse Cennetliktir.”[4] 

  “Allah Teala buyurur ki (Kudsi hadis): Benim için birbirini sevenlere muhabbetim hak olmuştur. Benim için birbirini arayıp soranlara muhabbetim hak olmuştur. Benim için birbirini ziyaret edenlere muhabbetim hak olmuştur. Benim için birbirini ikramda bulunanlara muhabbetim hak olmuştur. Benim için meclis kuranlara muhabbetim hak olmuştur.”[5]

Resül-i Ekrem (s.a.v)
“Allah için sevdiği bir kardeşini ziyarete giden kimsenin yoluna Allah meleklerden bir bekçi koyar. Melek adama:
Nereye gidiyorsun? Diye sorar. Adam: “Şu köyde (beldede) bir din kardeşim var, onu ziyarete gidiyorum der. Melek:
“O senin bir yakının olduğu için mi gidiyorsun? Der. Adam: Hayır, der. Melek: onun sana (maddi) bir iyiliği dokundu da teşekküre mi gidiyorsun? der. Adam:

Hayır, ben onu sırf Allah rızası için seviyorum (ve bunun için ziyarete gidiyorum) der. Melek:
 Ben Allah Teala’nın sana gönderdiği bir elçiyim. Sana senin o adamı sevdiğin gibi Allah’ın da seni sevdiğini haber vermeye geldim.”[6]

“Kim bir hastayı ziyaret ederse veya Allah için sevdiği bir kardeşini ziyarete giderse, görevli bir melek yoluna çıkıp: “Güzel bir iş ettin, bu yürüyüşün hoş oldu. Cennette kendine bir ev hazırladın, sana mübarek olsun.”[7] diye seslenir.

Allah için sevginin ve ziyaretin bundan başka bir hediyesi olmasa bile, bu kadarı insana kâfi gelirdi. Allah’ın bir kulunu sevmesinden ve ona cennetini vermesinden daha güzel ne vardır?
[1] Tabarani.
[2] Ebu Davud,Tirmizi.
[3] Hakim.
[4] Tabarani.
[5] Ahmed bin Hanbel / Müsned.
[6] müslim
[7] Tirmizi, İbn-i Mace.

Kardeşliğe Dair Nasihatler

Gavsi Sani (k.s) buyurdu ki:
“Bakıyoruz dünya küfrün denizi olmuş. İnsan hem kendini kurtarmaya gitsin hem de insanları kurtarmaya gitsin. bütün dünyanın hidayetine vesile olsa kendisi hidayet olmasa bir şey yapmış olmaz.”

  Bu yol, vermeyene verme yoludur. Bu yol, gelmeyene gitme yoludur. Bu yol, canla başla hizmet edip, sonunda kusuruna istiğfar etme yoludur. Kendisini başkalarından kıymetli görenin ve bunun için herkesten hizmet bekleyenin, Allah katında gübre kadar değeri yoktur. Cenab-ı Hakk’ın katında da insanların yanında da kıymetli olmak isteyen kimse, hizmete talip olmalıdır. Akıllı ve âşık olan hizmete koşar.
Alemlere rahmet olan Efendimiz (s.a.v) hizmet ehlini şöyle övüyor. “Bir topluluk içinde en büyük sevabı onlara hizmet eden alır.”[1]

“İnsanların en hayırlısı, diğer insanlara faydalı olandır.”[2]

“Sadakaların en faziletlisi, Allah yolunda hizmet etmek ve hizmetçi vermektir.”[3]

Ashab-ı Kiram (r.anhüm) hizmetin şerefini bildikleri için, topluca bir yolculuk yaptıklarında, içlerinde en faziletli olanlar. Hizmet işinin kendilerine kalmasını şart koşardı. Eğer onu elde edemez ise, müezzinliğin kendisine kalmasını isterdi.

Kardeşlere yapılan hizmet, nafile ibadetten daha üstündür. Hz. Enes (r.a) anlatıyor:
Resülullah (s.a.v) ile bir yolculuktaydık. Bazılarımız oruçlu, bir kısmımız da oruçsuzdu. Sıcağın oldukça şiddetli olduğu bir günde konaklamak için bir yere indik. Bazılarımız eliyle güneşten korunmaya çalışıyordu. En fazla gölgeye sahip olanlar, kendilerini gölgeleyecek fazla elbiseye sahip bulunanlardı. Oruçlular takatten düşüp kenara çekildiler., bir şey yapamadılar. Oruç tutmayanlar ise, kalkıp çadırları kurdular, hayvanlara yiyecek verdiler ve suladılar. Bunu gören Resülullah (s.a.v): “Bugün, oruç tutmayanlar bütün sevabı alıp götürdüler.”[4] buyurdu.

[1] Said b. Mansur, sünen, no: 2406
[2] Ebu Davud,Tirmizi.
[3] Hakim, Müstedrek
[4] Buhari.

Kardeşlerine Gıyabında Dua Etmek

“Bir kimse kardeşine dua ettiği zaman, başında görevli bir melek: ‘Allah o kardeşin için istediğin şeyin aynısını sana da versin’ diye dua eder.”[1] hadis-i şerifi bildiriyor ki; kendisini düşünen kimse, din kardeşine hayır dua etmelidir. Çünkü, bu onun için daha kazançlı olacaktır. Hadisin başka bir rivayetinde, din kardeşine dua eden kimseye Allah Teala şöyle buyurur. “Ey kulum, istediğini vermeye önce senden başlarım.”

  Resülullah Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki:
“En makbul dua, kişinin kardeşinin gıyabında yaptığı duadır.”[2]

Allah için sevilen Salih kardeş gibisi var mıdır? Sen ölünce evlad-ü iyalin mirasını bölüşmekle uğraşırken, Allah yolundaki kardeşin senin hasreti çeker, sana göndereceği hayrı düşünür. Sen toprak altında yatarken o, gece karanlıklarında senin için dua edip ağlar.”

Kardeşlerin gıyabında yapılan dua, kalpteki samimiyeti ispat eder. Bu, çok yüksek bir ahlaktır. O ancak sadık ve vefakâr dostlarda bulunur. Vefanın en zirvesinde bulunan Resülullah (s.a.v) Efendimiz, ömrü boyunca her gün ümmeti için dua etmiş, gözyaşı dökmüştür. Miraçta Cenab-ı Hakk ile en sırlı ve saklı görüşmesini yaparken bile, Salih ümmetine vefasını göstermiştir. Allah Teala kendisine özel selam ve salât ettiğinde, ‘Selam bize ve Salih kulların üzerine olsun temennisiyle, o huzurda sevdiklerini zikretmiştir. Bundan daha yüksek bir dostluk ve vefa olur mu?

Bizde samimiyet ve ümit içinde şöyle dua edelim:
“Rabbimiz! Bizi hidayetine ulaştırdıktan sonra kalplerimizi haktan kaydırma. Bize katından özel bir rahmet ihsan et. Sen çok ihsan edicisin. Rabbimiz! Bizi affeyle. Bizden önce geçen mümin kardeşlerimizi de affeyle. Müminler için kalbimizde düşmanlık bulundurma  Şüphesiz sen çok seven ve çok acıyansın.!”

 Sofi, toprak gibidir; herkesi üzerinde taşır.
Sofi, güneş gibidir; ışığı herkese ulaşır.
Sofi, yumuşak huyludur, herkesle anlaşır.
Sofi, temiz kalplidir; hemen barışır.
Sofi, sabırlıdır; o kadar ki bazen sabırla yarışır.
Sofi, sevmesini bilir, sevilmeyi başarır.
Sofi, hizmeti seçer, yük çekmekten hoşlanır. Sofi, Hakk’a âşıktır; aşığa edep yakışır.

Hak yolu, kardeşini kusuruyla birlikte sevme yoludur. Onun içindir ki: Gavsi-Sani bir sohbetinde şöyle buyurmuştur: “Sofilere söyleyin, sofileri kusurlarıyla birlikte sevsin ve onları noksanlarıyla kabul etsinler.”
[1] Ebu Davud.
[2] Buhari.

Kardeşiyle İyi Geçinmek ve Kırıcı Olmaktan Sakınmak

Resülullah (s.a.v) Efendimiz buyurmuştur ki:
“Mümin, başkalarıyla güzel geçinen ve kendisiyle güzel geçinilen kimsedir. Başkaları ile iyi geçinmeyen ve kendisiyle muhabbet edilip dostluk kurulamayan kimsede hayır yoktur.”[1]

 Resülullah (s.a.v), Enes’e hitaben şöyle buyurmuştur:
“Yavrucuğum! Kalbinde hiç kimseye kin ve haset bulundurmadan sabahlayıp akşamlamaya gücün yetiyorsa yap!” Resülullah (s.a.v) sonra şöyle devam etti:

“Oğulcağızım! Bu benim sünnetimdir. Benim sünnetimi ihya eden beni memnun edip ihya etmiş, beni ihya eden de benimle birlikte cennete girer.”[2]

Acaba bize sıkıntı veren din kardeşimize karşı nasıl davranmalıyız? İmam sührverdi buna şu cevabı verir. “Allah dostlarının edeplerinden birisi de, herhangi bir arkadaş kendisine biraz ağır gelip sıkıntı verince, kendi nefsini kınamak ve içinden bunu gidermenin yollarını araştırmaktır. Çünkü insanın kalbinde, arkadaşı hakkında kin, haset, sıkıntı ve benzeri düşünceleri bulundurması arkadaşlık hukukunda bir noksanlıktır.

Gerçek sofiler, içleri kardeşlerine karşı nefretle dolu bir halde gecelemezler ve kalpleri kardeşine soğuk bir halde iken sohbet ve yemek için bir araya gelmezler. Onlar içlerindeki ayrılık ve dağınıklığı gidermeden zahiren beraber olmayı hoş karşılamazlar.

Kardeşini nefsi gibi gözetmek, ona iyilikte bulunmak
 “Sizden hiçbiriniz, kendi nefsi için istediğini ve sevdiği şeyleri din kardeşi için de isteyip sevmedikçe gerçek bir mümin olamaz.”[3] hadis-i şerifi bu konuda her şeyi ifade edecek kadar özlüdür.

 Velilerden Ebu Bekir b. Ebu Sa’d (k.s) demiştir ki:
“Sofilerle arkadaşlık eden kimse, nefsini, kalbini ve malını aradan çıkararak sırf Allah için arkadaşlık yapsın. Çünkü kalbini ve niyetini maddi şeylere bağlayan kimse, asıl maksadına ulaşamaz.”

Kardeşine sıkıntı verecek söz ve işlerden kaçınmak
Sohbet ve arkadaşlık edeplerinden birisi de, arkadaşlarını kendisini idare etmeye muhtaç etmemek, onu özür dilemek
zorunda bırakmamak ve ona zor gelen şeylerle kendisini sıkıntıya sokmamaktır. Allah için kardeş olanlar diğer kardeşinin isteklerini kendi isteklerine tercih edecek bir durumda olmalıdır. Resülullah (s.a.v) ümmetinin külfet ve zorlama işlerden uzak kalmasını istemiştir.
“Allah’ım! Ümmetimin mevtaları için dua eden, dua ve davranışlarında külfete girmeyenleri affet! Dikkat! Ben ve ümmetimin Salihleri tekellüften (yapmacık, zorlama ve davranışlardan) uzağız.”[4]
Arifler der ki: “Külfeti olmayan kimsenin sohbeti terk edilmez, dostluğu bozulmaz. Kimseye ağırlık vermeyenin sevgi ve muhabbeti devam eder.”

 Gavsi-Sani (k.s) buyurdular ki:
“İnsanlar sizi sevmiyorsa, siz Sadatın yolunda değilsiniz demektir. Çünkü Sadatları seviyorlar.”
Hz. Ali (r.a) kötü arkadaşı şöyle tarif ediyor: “Arkadaşların kötüsü, seni kendisini idareye muhtaç eden, özür dilemeye zorlayan ve senin kendisi için külfete girdiğin kimsedir.”[5]

[1] Ahmed bin hanbel, Müsned / C.2 S.400
[2] Tirmizi, İbn-i Mace.
[3] Buhari,Müslim.
[4] Tekellüften meneden hadis için bkz: Buhari.
[5] El-Mekki: Kutu’l-Kulub  C.2 S.229