Receb Ayı ve Regaib Gecesi ile İlgili Hadis-i Şerifler

“Allah Teâlâ, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder.”[1]

“Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb’in hepsini tutmuş gibi sevap verilir.”[2]

“Ramazan ayı dışında Allah rızası için bir gün oruç tutan, iyi bir yarış atının bir asırda alacağı mesafe kadar Cehennemden uzaklaşır.”[3]

“Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Şabanın 15. gecesi, Cuma, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.”[4] 
 
“Receb-i Şerîf’in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur.”[5]

İbn-i Abbas (r.a) Hazretleri:
“Resulullah (s.a.v) Recep ayında bazen o kadar çok oruç tutardı ki, biz O’nu hiç iftar etmeyecek zannederdik. Bazen de o kadar çok iftar ederdi ki, biz O’nu hiç oruç tutmayacak zannederdik.”[6]

“Muhakkak zaman, Allah’ın yarattığı günkü şekliyle akıp gitmektedir. Yıl on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Ve üçü ard arda gelmektedir. Zilkade, Zilhicce, Muharrem bir de Cemaziye’l-âhirle Şaban ayları arasında gelen Mudar kabilesinin ayı Recep ayıdır.”[7]
 
“Recep ayı Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır.”[8]

Yine mübarek üç aylardan ilki olan Receb ayının önemi ve değeri hakkında Enes b. Malik’den ( r.a) şöyle rivayet edilir: Receb ayı girdiğinde Hz. Peygamber şöyle derdi:
“Allah’ım! Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.”[9]
“Receb’in ilk cuma gecesini ihya edene, Allah Teâlâ, kabir azabı yapmaz. Duâlarını kabul eder. Yalnız, 7 kimsenin duasını kabul etmez: Faizci, Müslümanları aşağı gören, ana babasına eziyet eden, Müslüman olan ve dinin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, çalgıcı, livata ve zina eden, beş vakit namazı kılmayan.[10]
(Bu günahlardan vazgeçmedikçe, duaları kabul olmaz.)

“Receb büyük bir aydır. Allah bu ayda hasenatı kat kat eder. Receb ayında bir gün oruç tutana, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. 7 gün oruç tutana, Cehennem kapıları kapanır. 8 gün oruç tutana Cennetin 8 kapısı açılır. On gün oruç tutana, Allah istediğini verir. 15 gün oruç tutana, bir münadi, “Geçmiş günahların af oldu” der. Receb ayında Allahü Teâlâ Nuh (a.s) gemiye bindirdi ve o da, Receb ayını oruçlu geçirdi. Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti.”[11]

“Kim Receb ayında, takva üzere bir gün oruç tutarsa, oruç tutulan günler dile gelip “Ya Rabbi onu mağfiret et” derler.”[12]

“Hz. Aişe ( r.anha ) validemiz, “Resûlullah, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya çok önem verirdi.” Çünkü Hadis-i Şerifte,
“Ameller Allah’ü Teâlâ’ya pazartesi ve perşembe günleri arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini istiyorum.”[13] buyururdu.

“Receb ayında yapılan dua kabul edilir, günahlar affedilir. Bu ayda günah işleyenin cezası da kat kat olur. Hz. Hüseyin ( r.a) anlatır:
“Kâbe’yi tavaf ederken, yanık sesle Allah’ü Teâlâ’ya dua eden bir kimsenin sesini işittik. Babam bunu çağırmamı emretti. Güzel yüzlü, temiz bir kimseydi. Ancak sağ tarafı felç olmuş, kurumuş, hareketsiz idi. Ona, “Sen kimsin, durumun ne böyle?” dedim. O kimse dedi ki:
“Adım Menazil… Ben çalgı çalmak, şarkı söylemekle şöhret salmış, Arabistan’ın ünlülerinden bir gençtim. Hep nefsin arzuları peşinde koştum. Receb ve Şaban aylarında bile, bu günahlara devam ederdim. Salih babam, beni bu günahlardan kurtarmaya çalıştı. Bana, “Allahü Teâlânın azabı şiddetlidir, bir anda kahredebilir.

Kötü arkadaşlardan vazgeç, bu kötü işleri bırak! Melekler ve bu aylar senden şikâyet ediyorlar” dedi. Nasihate hiç tahammülüm yoktu. Babamın üzerine yürüyüp, döverek susturdum. Üzüntülü ve kırık kalple, “Bu aylarda oruç tutup, geceleri ibadet ediyorum. Beytullah’a gidip şerrinden korunmak için, Allahü Teâlâdan yardım dileyeceğim” dedi. Bir hafta oruç tutup, Kâbe’ye giderek, “Ey Rabbim, mazlumların âhını yerde bırakmazsın. Bu ayda, bu mübarek yerlerde yapılan duaları red etmezsin. Hakkımı oğlumdan al, onu felç et!” diye dua etti. Henüz duası bitmeden sağ tarafım felç oldu. Beni gören, “Baba bedduasına uğramış kişi” derdi.”

Hz. Hüseyin, “Baban bu hâline ne dedi?” buyurdu. O genç, “Babamdan özür diledim. Onun da babalık şefkati galip gelerek beni bağışladı. Beddua ettiği yerde, bu sefer şifa bulmam için hayır dua etmek üzere deve ile gelirken, devenin ürkmesi ile babam düşüp öldü. Şimdi çaresizim.” diyor. Hz. Ali bu felçli gence dua ediyor, Receb’de yaptığı bu dua bereketiyle de Hakk Teâlâ ona şifa ihsan ediyor.”
Son yıllarda bazı din hırsızları, bir çok konuda olduğu gibi üç aylar ve mübarek gecelerle ilgili olarak da ortaya bir çok iftira atmaktadır. Üç aylar gibi bir kavramın olmadığını söyleyerek, gerek üç aylara, gerekse içindeki diğer gecelere dil uzatmışlardır.
Oysa Rabbimiz Kur’an–ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah’ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah’ın koyduğu yasağı çiğneyen) kendinize zulmetmeyin ve müşrikler nasıl sizinle top yekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı top yekün savaşın ve bilin ki Allah (kötülükten) sakınanlarla beraberdir.”[14]

Ayet–i kerime bize şunu kesin olarak bildirilmiştir ki, Allah’ın mübarek kıldığı aylar vardır. Bu aylar haram aylar olup, yukarıda da bahsettiğimiz üzere, üçü ard arda biri de tek olmak üzere sayıları dörttür.

“Ragîbet; ihsân, ikrâm demektir.
Allahü teâlâ, Regâib gecesinde mü’min kullarına, ragîbetler yapar. Regâib gecesinde yapılan duâ red olmaz ve namaz, oruç, sadaka gibi ibâdetlere kat kat sevâb verilir. O geceye hürmet edenleri affeyler.”[15]

Kaynakça:
[1] Gunye.
[2] Miftah-ül-cenne.
[3] Ebu Yala.
[4] İbn-i Asâkir.
[5] Camiu-s sağir.
[6] Müslim.
[7] Buhârî, Tefsir, Sure, 8,9
[8] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/423
[9] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/259
[10] Saadet-i Ebediye.
[11] Taberânî.
[12] Ebû Muhammed.
[13] Tirmizî.
[14] Tövbe, 36
[15] Seyyid Abdülhakîm (k.s)

Regaip Kandili

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir.  O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”[1] 

Regaib Nedir?
Regâib, arapça bir kelimedir ve “reğabe” kökünden gelmektedir. “Reğabe” kelime olarak, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demektir. “Reğîb” kelimesi ise, “reğabe”‘den türemiş olan bir isimdir ve kendisine rağbet edilen, arzulanan, taleb edilen şey demektir.

Receb’in ilk cuma gecesine Regaib gecesi denir. Bu geceye Regaib gecesi ismini melekler vermişlerdir. Her Cuma gecesi kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli oluyor. Allah Teâlâ, bu gecede, müminlere, ragibetler (ihsanlar, ikramlar) yapar.
Allah (c.c) katında zamanların değerleri birbirine eşittir. Ancak öyle zamanlar vardır ki o zamanlarda öyle hadiseler olur ki, o vakte diğer zaman dilimlerinden daha üstün bir değer kazandırır. Receb-i şerîfin ilk Cuma gecesine isabet eden Regâib Gecesi’de bu müstesna zamanlardan biridir. Cuma geceleri böyle kıymetli vakitlerden biridir. Regaib Gecesi gibi iki kıymetli gecede bir araya gelince, bu gece daha da bir kıymetli oluyor. Bu gece, yalvarış ve yakarışların Yüce Mevla’ya sunulduğu ve O’nun rahmetinden af istenildiği umut, huzur ve müjde gecesidir.

Allah Teâla’nın kullarına lütfünün çokluğu, kereminin bolluğu ve pek çok günahkarı bağışlaması sebebiyle bu geceye “Regaib Gecesi” adı verilmiştir.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) Regaib gecesinin içinde bulunduğu Recep ayında çok dua eder, namaz kılar, oruç  tutar, iyiliklerin her çeşidini yapar, sadaka vermeye özen gösterirdi. Resülullah’ın (s.a.v) Receb’in ilk perşembe gününü oruçla geçirdiği ve cuma gecesinde, bu kandil gecesine mahsus olmak üzere on iki rekât namaz kıldığı kabul edilir. Regâib gecelerinde dua etmek, tövbe ve istiğfarda bulunmak, bu geceyi kutsal kabul etmek suretiyle çeşitli ibâdetlerle geçirmek, genel olarak alimler arasında kabul görmüştür.

İdrak ettiğimiz mübarek Regaib Kandili vesilesiyle, ruhumuzu karartan kötü duygu ve düşünceleri kalplerimizden atalım. İbadetin zevkinden bizi mahrum eden nefsin kötü arzularını frenleyelim. Gönül dünyamızı bulandıran haset, kin, düşmanlık gibi kötü duygulardan temizleyelim.
Bu geceyi nasıl karşılamak, nasıl ihya etmek gerekir?

  • Bu gece, oruçlu olarak karşılanmalıdır.
  • Bu gece, kazâsı olanın hiç değilse bir günlük kazâ namazı kılması, çok iyi olur.
  • Kur’an-ı Kerim okunmalıdır.
  • Bu gecenin ihyâsı, yatsı namazıyla sabah namazını camide cemaatle kılmakla olur. Bu, gecenin ihyâsıdır. Bütün günün ihyâsı bu… Yatsı namazı ile sabah namazını camide kılmak, o günün, o gecenin ihyâsı demektir. İnsan sabahlara kadar, akşamlara kadar ibadet etmiş gibi sevap kazanır.
  • Bir başka ihyâ şekli zikir. Salavat ve dualarla geçirmek. Bunları zikretmek (yapmak) çok sevaptır..

Unutmayalım!

  • Regaib Gecesi, üç aylar içinde kendisinden sonra gelecek olan Miraç, Berat ve Kadir Gecesinin de bir müjdecisidir. Onun için bu müjdeciye kulak verip bu geceyi ve üç ayları iyi değerlendirilmelidir.

Resülullah (sav) buyurdular ki:
“Beş gece vardır ki, onlarda yapılan dualar geri dönmez, kabul olunur: Receb’in ilk gecesi, Şâban yarısı gecesi, Cuma gecesi, Ramazan Bayramı gecesi, Kurban Bayramı gecesi.”
Peygamberimiz (s.a.v) Ramazan ayından sonra en çok oruç tuttuğu ay Receb ayıdır. Bu Receb ayında oruç tutmanın muazzam, muhteşem sevabları vardır.
Bir de bu ayda sevaplar kulların defterlerinin sevap hanelerine, bol bol dökülmesi dolayısıyla da “Recebül esabb” denmiştir. Yâni, sevapların bol bol, şarıl şarıl, gürül gürül döküldüğü ay demek…
Arifler ve din alimleri kitaplarında yazmışlar ki, bu ay ekim, ekme, ziraat ayıdır. Sevaplı işler, oruç tutmak, tövbe etmek vs. güzel şeyler yapılır. Bir mahsulün ekilmesi gibi ziraat, ekim ayıdır. Şa’ban bakım ayıdır. Ramazan biçim ayıdır, yâni mahsulün alındığı aydır demişler. Demek ki Receb ayı, bizi Ramazan ayına hazırlayan bir mevsimin ilk adımı olmuş oluyor.
Onun için, “Receb ayı tövbe ayıdır.” demişler. Yâni kul ne yapacak?.. “Yâ Rabbi! Ben anlayamamışım, hatâ etmişim, bilememişim, suçluyum, kusurluyum; beni affet…” diyerek hatâsını itiraf edip, hatâsından dönerek, Cenâb-ı Hakk’ın yoluna girecek.
Regâib kelimesi Kur’an’da geçmemektedir. Ancak “reğabe”den türemiş olan çeşitli kelimeler, Kur’ân’da sekiz yerde geçmekte ve “reğabe”nin ifâde ettiği mana için kullanılmaktadır .
Ayrıca, “Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin.”[2] 
 
Hz. Peygamber’in (s.a.v) aşağıda hadisler bölümünde bulunan bir hadisinde, ayet-i kerimede işaret buyrulan haram ayların, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları olduğu vurgulanmaktadır: ”

[1] Tevbe, 128
[2] Tevbe Suresi, 36

Recep Ayı Orucu

Abbad ibnu Hanif anlatıyor: “Said İbnu Cübeyr’e (r.a) Recep ayındaki oruçtan sordum. Bana şu cevabi verdi. İbnu Abbas’ı (r.a) dinledim, şöyle demişti: Resulullah (s.a.v) Efendimiz Recep ayında bazı yıllarda öyle oruç tutardı ki biz; galiba hiç yemeyecek (ayın her gününde tutacak) derdik, (bazı yıllarda da öyle) yerdi ki biz, galiba hiç tutmayacak derdik.”

Yukarıda ki hadisi şeriften anlaşıldığı üzere Recep ayında oruç tutmak pek faziletlidir. Çünkü Resulüllah (s.a.v) bu ayda oruç tutmuştur. Bazı yıllarda tamamına yakınını oruçlu geçirmiş, bazı yıllarda da az bir kısmını oruçlu geçirmiştir.

Resulullah (s.a.v) Recep ayı ve Recep ayında tutulacak oruç hakkında şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Recep Allah’ın ayıdır; Şaban benim ayımdır, ramazan ise ümmetimin ayıdır.” Recep ayının niçin Allah’ın ayı olduğu sorulduğunda:
“Çünkü bu ayda özellikle mağfiret boldur. Bu ayda, halkın kan dökmesine mani vardır. Bu ayda, Allah-ü Teala, Peygamberlerinin tövbelerini kabul buyurmuştur. Allah-ü Teala bu ayda, peygamberlerini düşmanlarından korumuştur. Bir kimse, recep ayını oruçlu geçirirse, Allah’ü Teala üç şeyi onun için gerekli kılar.

Şöyle ki:
-Geçmiş günahlarının tümünü bağışlar.
-Kalan ömrünün temiz geçmesini temin eder.
-Büyük huzura çıkılan kıyamet gününün susuzluğundan da onu emin kılar.”

Resuhullah’a (s.a.v) sorarlar:
“Ya Resulallah Recep ayının tümünü oruçlu geçirmeye gücüm yetmez.
“O halde, ilkinden bir gün, ortasından bir gün, sonundan da bir gün tutarsın. Böyle ettiğinde ayın tümünü oruçlu geçirmiş olursun. Zira, yapılan iyilikler on misli sevap getirir.”
Ashab’tan Mucibetü’l-Bahiliyle’den (r.a) babası veya amcası, kabilesinin elçisi olarak Peygamber’e (s.a.v) geldi ve gitti. Bir sene sonra kılık ve kıyafeti değişmiş olduğu halde peygamberimizin yanına geldi, ve:

-“Ya Resulallah ! beni tamdınız mı?” dedi. Resulullah (s.a.v):
Sen kimsin? Diye sordu:
– Geçen sene huzurunuza gelen Bahili’yim” dedi.
– Neden bu kadar değiştin? Halbuki kılık kıyafetin düzgündü, dedi.
– Ya Resulallah! Senden ayrıldığım günden beri yemek yemedim; yalnız geceleri yedim.” Cevabını verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):
Kendi kendine işkence yapmışsın. Sabır ayında (Ramazan) tamamında, diğer ayların her birinden birer gün oruç tut”  buyurdu.
– Ya Resulallah, günün sayısını artır. Zira bundan fazla tutmağa gücüm yeter” dedi. Resulullah (s.a.v):

O halde her aydan ikişer gün oruç tut” dedi.
-“Biraz daha arttır ya Resulallah” dedi.
Her aydan üç gün” dedi.
– Daha artır ya Resulallah” deyince,
Recep, Zilka’de, Zilhicce, Muharrem aylarında üçer gün oruç tut, kalan günlerde iftar et.” Emrini üç defa tekrarladı ve üç parmağıyla işaret etti. Onları yumdu sonra bıraktı.”

Recep Ayının Fazileti

Receb, tazim ve saygı anlamına gelir, îslâm öncesi Araplar Receb ayına ayrı bir ehemmiyet verirler, saygı gösterir ve şanını yüceltirlerdi. Öyle ki, bu ayda bir kimse babasının katiline rastlasa bile başını kaldırıp kaşına bakmazdı.

Receb ayına sağır denmesinin bir başka anlamı da şöyle ifade edilir: Bu ayın bereketi hürmetine, bu ayda işlenen günah ve hataları manen bu ay duymamakta, müminlerin sadece ibadet ve sevaplarına şahitlik etmektedir. Böylece Cenab-ı Hak mümin kullarının bu ayda işlemiş oldukları günahları bağışlamaktadır. Resul-i Ekrem Efendimiz dualarında,
“Allahım! Receb’i ve Şâban’ı hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl, bizi Ramazan’a ulaştır” buyururlardı.

Receb’e, “recm ayı” da denir. Buna göre, müminlerin eziyet ve zahmet vermemesi için şeytanlar bu ayda taşlanır, kovulup uzaklaştırılır.
Receb kelimesindeki “R” Allah’ın rahmetine, “C” Allah’ın cömertliğine ve yardımına, “B” ise Allah’ın birrine (iyilik ve ihsanına) işaret eder.
Receb ayı Hicrî ayların yedincisi ve Ramazan’dan iki ay öncesidir. Fazileti bakımından ayrı bir yeri vardır. Regaib ve Mi’rac gibi mübarek geceleri içinde bulundurması faziletini daha da arttırmaktadır. Ayrıca, Kur’ân’da haram ayları olarak geçen dört aydan birisi olması, Müslüman kalplerdeki yerini bir kat daha artırmıştır.
Receb ayı, “üç aylar” olarak bilinen mübarek bir mevsimin ilk ayıdır. Bu aylara “çok sevaplı ibadet ayları” diyen Bediüzzaman, onların kazandırdıkları sevap ve mükâfatlar bakımından, müminlerin önünde nasıl bir kademeli yükseliş vesilesi olduklarına şöyle işaret eder:
Her hasenenin (ibadetin) sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerifte yüzden geçer, Şâban-ı Muazzamada üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadirde (Kadir Gecesinde) otuz bine çıkar.”
Buna göre Receb ayında işlenen ibadet, edilen iyilik, yapılan hizmetlerin manevî ecri ve sevabı bire yüz verilmektedir. Bunun için müminler bu aydaki nasiplerini arttırmak maksadıyla daha çok gayret sarf ederler. Hayır ve hasenata biraz daha ağırlık verirler.
Bazı hikmet ehli âlimler Receb ayı hakkında şu yorumları getirmişlerdir: “Receb eza ve cefâyı terk içindir, Şaban amel ve vefa içindir, Ramazan sıdk ve safa içindir.”
“Receb tövbe ve pişmanlık ayıdır, Şaban muhabbet ayıdır, Ramazan kurbet (Allah’a yakınlık) ayıdır.”

“Receb hürmet ayıdır, Şaban hizmet ayıdır, Ramazan nimet ayıdır.”

“Receb ibadet ayıdır, Şaban dünyanın safasını terk etme ayıdır, Ramazan ibadetlerin mükafatını artıran aydır.”
Büyük tasavvuf ehli Zünnün Mısrî der ki:
“Receb ekme ayıdır, Şaban sulama ayıdır, Ramazan derleyip toplama ayıdır. Herkes ne ekerse onu biçer, ne yaparsa cezasını çeker. Bir kimse ekimi bırakırsa, hasat zamanı ekmediğine pişman olur. Kıyamet gününde ise çok kötü duruma düşer.”
Üç aylar birer dua ve niyaz mevsimidir. En güzel duaları başta sahabiler olmak üzere İslâm büyüklerinden öğreniyoruz. Hz. Ali’nin Receb ayında şu şekilde dua ettiği rivayet edilir:

“Allahım, salat eyle Muhammed Aleyhissalâtü Vesselamın üzerine; hikmet yıldızları ve devamlı nimet ve ismet kaynağı ehl-i beytine.
Allah’ım, beni her türlü kötülükten koru. Beni unutkan etme ve gaflet üzerinde bırakma. Sonumu da hasret ve pişmanlıkla bitirme. Benden razı ve hoşnut ol. Senin mağfiretin zalimler içindir, ben de nefsime zulmettim.

Allah’ım, beni bağışla, beni bağışlamakla Sana bir zarar gelmez. Bana nimetlerini ihsan et, bana vermekle senin ihsanın azalmaz. Senin rahmetin geniş ve boldur. Hikmetlerin ise hoş ve güzeldir.

Allah’ım, bana sıhhat ve afiyet ver. Güven ve huzur ihsan eyle. Şükür ve takvaya ulaştır.
Allah’ım, Senden sabır ve doğruluk istiyorum. Bana işimde kolaylık ver. İşlerimi güçlükle gördürme. Aileme, çocuklarıma ve kardeşlerime iyilik ve ihsanda bulun. Onları mümin ve Müslümanlardan kıl ve bu şekilde dünyadan ayrılmalarını nasip eyle.”

Bazı Selef büyükleri de Receb ayı gecelerinde şöyle dua etmişler:
“Allah’ım, Sana mahzun gönlümle, isteklerini kabul buyurduğun dostlarının duası ile niyaz ediyorum. Zatına eriştirdiğin ve Senin rızanı isteyenlerin dili ile Senden talep ediyorum. Umarım Senin ululuğundan, Seni bileyim ve kulluk edeyim.

Yâ Rab, bu gecenin rahmet ve bereketinden sevap ve mükâfatından beni nasip dar et.
Allah’ım, kullarından istediğine, istediğini verirsin, kim Seni onlara ikram etmekten alıkoyabilir? Ben fakir ve âciz bir kulum. Fazıl ve kereminden nimetlerini ümit ediyorum. Sana sığınırım ve ancak Senden yardım dilerim

Yüce Mevlam, bu gece kullarına çok rahmet ve bereketini döker, saçarsın. Allah’ım, Sana yalvaran dilleri, Sana kalkan elleri boş çevirme. İyilik ve yardımınla faydalandır bizi. Nimetlerinle donat hepimizi.

Allah’ım, salât eyle Muhammed ve evladına, eşlerine ve dostlarına, bitip tükenmeyen rahmet ve bereketinle. Yâ Rabbe’l-Âlemin!”

Tahiyyetü’l Mescid Namazı Ayrıntılı

Tahiyyetü’l-Mescid: Bu, bir müstahab namazdır.
Şöyle ki: Bir mescide sadece ziyaret için veya öğretmek ve öğrenmek gibi bir maksad için giren kimse, orada nafile olarak iki rekât namaz kılar. Bir mescide bir günde birkaç defa bu şekilde girilse, bir defasında böyle namaz kılınması yeterlidir. Bununla, Allah’a ibadet edilen bir yere gereken saygı yerine getirilmiş olur.

Tahiyyetü’l-Mescid, bir mescid veya camiye girilince, daha oturmadan kılınmalıdır. Faziletli olan budur. Oturulduktan sonra da kılınabilir. Bir mescide girip de, meşguliyetinden veya vaktin keraheti gibi bir sebebden dolayı Tahiyyatü’l-Mescid namazını kılamayacak olan bir müslümanın: “Sübhanellahi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallahu vallahu ekber” demesi de müstahab görülmüştür.
Bir mescide, herhangi bir namazı kılmak için veya farzı kılmak ve imama uymak niyeti ile girmek de, Tahiyyetü’l-Mescid yerine geçer.

Tahiyyetü’l-Mescid
Kelime anlamı bakımından mescidin selamlanması, saygı gösterilmesi  demektir.
Dinî bir kavram olarak, vakit namazları, cuma veya bayram namazları kılmak dışında başka bir maksatla camiye veya mescide giren kimsenin, mescidlerin  sahibi olan Allah’a saygı ve ta’zîm ve ma’bedi selâmlama niyetiyle kılmış olduğu namaz.
Hz. Peygamber, “Biriniz mescide girdiğinde, oturmadan  önce iki rekat namaz kılsın.” buyurmuştur (Müslim, Salatü’l-Müsâfirîn,  11). Tahiyyetü’l-mescid, en az iki rek’atlı nâfile bir namaz olup (bk. Nâfile), mescide girilmesini müteâkib oturmadan (Namaz kılınması mekruh olan vakitlerin dışında) kılınması müstehab ise de oturduktan sonra da kalkıp kılınabilir. Şayet camiye başka bir namaz kılmak veya farz kılmak ve imama uymak  niyetiyle  girilmiş ise bu namaz aynı zamanda Tahiyyetü’l-mescid yerine geçer.
———————————————
Camiye girenin tehıyyet-ül-mescid olarak iki rekat namaz kılması, söz birliği ile sünnettir. Sesli Kur’an-ı kerim okunuyorsa tehıyyet-ül-mescid namazı kılınmaz. (Hamevi)
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Mescide girince, oturmadan önce iki rekat namaz kılın! Sonra ister oturun, ister işinize gidin!) [Ebu Davud]
(Allahü teâlânın en çok sevdiği yer, camilerdir.) [Hakim]
(Camiye gelen Allah’ın misafiri olur. Allahü teâlâ da, misafirine elbette ikram eder.) [Taberani]
Farz kazası olanlar, bildirilen nafile namazların vaktinde kaza namazı kılmalıdır! Hem kaza borcu ödenir, hem de nafile namaz sevabına kavuşulur. Mesela tehıyyet-ül-mescid namazını kılarken, (ilk kazaya kalmış sabah namazının farzına ve tehıyyet-ül-mescid namazını kılmaya) diye niyet etmelidir. Böylece hem kaza borcu ödenmiş, hem de adı geçen nafile namaz kılınmış olur. (N.Fıkhıyye)
Sual: Tehıyyet-ül-mescid namazı mekruh vakitlerde de kılınabilir mi? Şafiiler mekruh vakit olsa da camiye gelince, iki rekat tehıyyet-ül-mescid namazı kılıyorlar. Hanefiler de kılabilir mi?

CEVAP
Hanefi’de mekruh vakitlerde tehıyyet-ül-mescid namazı kılınmaz. Mesela öğle ezanı okunduktan sonra camiye girince iki rekat tehıyyet-ül-mescid kılabilir. İkindi namazı için camiye gelince kılabilir. Bir de yatsı için gelince kılabilir. Sabah namazına gelince imsak vaktinden sonra tehıyyet-ül-mescid kılmak mekruh olur. Bir de akşam namazından önce kılınmaz. Bir de öğle namazına 20 dakika kala kılınmaz.
Camiye gelen kimse, farz veya sünnet yahut kaza kılarken, tehıyyet-ül-mescide de niyet ederse, bütün âlimlere göre, tehıyyet-ül-mescid namazı da kılınmış olur.
Şafii mezhebinde, tehıyyet-ül-mescid namazı, o vaktin namazı olduğu için, kerahat vakti de olsa kılmak caizdir.
Sual: Câmiye girip, sünnet veya farz olan herhangi bir namaz kılınınca, tehıyyet-ül mescid namazı da kılınmış sayılır mı?

CEVAP
Evet, sayılır. Ancak niyet sevabına da kavuşmak için sünneti veya farzı kılarken tehıyyet-ül mescide de niyet etmek gerekir. Yeni abdest alıp camiye girmişse, Sübha namazına da niyet edilirse, niyet sevabı da alınır. Niyet edilmese de, her iki namaz kılınmış olur, ancak niyet sevabı eksik olur.
Bunlar gibi, hiç niyet edilmeden abdest ve gusül alınsa, abdest de, gusül de sahih olur, ama niyet de edilince, niyet sevabına da kavuşulur. Her ibadeti yaparken niyet ederek niyet sevabına kavuşmalı. Bazı ibadetlerde, mesela teyemmümde, namazda niyet etmek farzdır. Niyetsiz o ibadet hiç sahih olmaz.

Mürşidin Allah’ı Kullarına Sevdirmesi

Mürşid, müridi, manevi kötülük ve kirlerden temizleme yoluna sevk edip terbiye etmektedir. Nefis, çirkin sıfat ve huylardan temizlenince; kalp aynası parlar, içinde ilahi azamet nurları ışık verir ve tevhidin güzelliği ortaya çıkar. Bu durumlarda kul, Rabbini sever. İşte bu, nefsi tezkiye ve terbiyenin bir neticesidir. Buna işaret olarak Allah Teala şöyle buyurmuştur.
“Şüphesiz nefsini (küfür ve isyandan) temizleyen, kurtulmuş saadeti bulmuştur.”[1]

Rivayete göre Şeyh Abdulkadir Geylani’ye (k.s) dervişlerinden bir ziyaretçi geldiği zaman, kendisine haber verilir, o da halvethanesinden çıkar, kapıyı hafifçe açar, onunla müsafaha eder, kendisine selam verir, onunla oturmadan halvetine dönerdi. Dervişlerden olmayan birisi geldiği zaman ise; çıkıp onu karşılar, beraber oturur, onunla sohbet ederdi. Onun dervişlerin yanına çıkmayı terk etmesi ve onların dışındakilerin yanına çıkıp onlarla oturmasından dolayı, bazı dervişler rahatsız oldular. Onların bu düşünceleri Hazrete ulaşınca, şöyle demiştir.
“Bizim Hakk fakiri dervişlerle bağımız ve bağlantımız kalpten bir bağlılıktır. Hem derviş bizdendir, bizim ehlimiz durumundadır. Aramızda yadırganacak bir hal yoktur. Bu sebeple biz ona karşı muamelemizde kalplerimizin birliği ile yetiniyor, bu kadar karşılaşmayı kafi görüyoruz. Yeni gelen kimse ise, adet ve zahiri şeylere bağlanıp kalmış birisidir. O, zahiren kendisiyle ilgilenilmediği zaman, kalbine bir soğukluk gelir ve bizden uzaklaşır.” demiştir.

Allah’u Teala, Hz. Musa’nın (a.s) Hz. Hızırla (a.s) olan kıssasında:
“Musa ona: Sana öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı dedi.”[2]

Üstad Ebü Ali ed-Dekkak’ın (k.s) şöyle dediğini duydum:
“Her ayrılığın başlangıcı muhalefettir.” Üstat bu sözüyle demek ister ki: Şeyhine muhalefet eden onun yolunda kalmaz. Her ne kadar bir yerde yaşama hali onları bir araya getirse de aralarındaki ilgi kesilir. Şu halde bir kimse bir şeyhle sohbet eder, sonra kalbiyle ona itiraz ederse arkadaşlık bağını bozmuş olur ve ona tövbe etmek vacip olur.

Cüneydi Bağdadi’nin (k.s) şöyle söylediği bilinmektedir.
“Bir gün şeyhim Seri es-Sakati’nin huzuruna vardım. Bana bir hizmet buyurdu. İhtiyacını hızlı bir şekilde yerine getirdim. Dönüp geldiğim zaman bana bir kağıt parçası verdi, içinde şöyle yazılıydı: Çölde develerini süren bir çobanın şu şiiri okuduğunu duydum: “Ağlıyorum, ama neden ağladığımı biliyor musun? Benden ayrılırsın, benden ilgini kesersin ve ben kılavuzsuz kalırım korkusuyla ağlıyorum.”

Şakik-i Belhi ile Ebü Turab en-Nahşebi, Beyazidi Bistamiyi ziyarete geldiler. Önlerine sofra hazırlandı. Bayezid’e (k.s) hizmet eden bir genç vardı. Misafirler önce gel, yemeği birlikte yiyelim dediler. Genç, ben oruçluyum deyip yemekten çekindi. Ebü Turab, Gel bizimle ye, sen bir ay oruç tutmuş kadar sevap kazanırsın dedi. Genç yemekten çekindi. Sonra Şakik-i Belhi, gel bizimle ye, bir yıl oruç tutmuş kadar sevap kazanırsın dedi. Genç yine yemekten çekindi.
Bunun üzerine Bayezid-i Bistami (k.s), Allah’ın (c.c) gözünden düşen şu genci terk edin dedi. Bu olaydan bir sene sonra bu genç  hırsızlıktan yakalanıp eli kesildi.[3]

Bir gün Sultan Muhammed Raşid Hazretlerine (k.s) bir şeyh şöyle dedi. “Siz sofilerinize neden bu kadar müsamahakar davranıyorsunuz, onları sıkmıyorsunuz?” Sultan Hazretleri dedi. “Dünya üzerinde bunlardan daha iyi olanlar olsaydı, Sadatlar bunları bırakır onları alırdı, lakin en iyileri bunlardır. Bunlar Allah katında bir şeyler yapmış, Allah’ın hoşuna gitmiş, Allah’ta (c.c) onları Nakşibendilikle şereflendirmiş, lakin biz de bilmiyoruz, bunlar Allah’ın hoşuna gidecek ne yapmışlar? Hepimizde çeşit çeşit manevi hastalıklar vardır. Kiminde şehvet, kiminde zina, kiminde kibir, kiminde riya vs…. Sadatlar manevi doktorlardır. Bu doktorlardan istifade etmemiz gerekir.

Yunus Emre bir şiirinde şöyle diyor.
 Mürşit ince bir elektir onda elenmek gerekir,
Bu yoldaysan, şöhreti terk etmek gerekir.

Gerçekten de mürşitler ince bir elektir, o elekte ise yaramayan kısımlar aşağı atılır, işe yarayanlarda duruma göre her şey yapılır. Peki bu elekte nasıl elenmek gerekir, ne yapmalıda istifade etmelidir? Bunu da benim anladığım kadarıyla, Şeyh Fethullah (k.s) şöyle ifade etmiş.
İstikamet, Teslimiyet ve Muhabbet. Peki bu üç hali nasıl elde edeceğiz?
Bunun ilk merhalesi için Şah-ı Nakşibendi (k.s) demiş:
“Oğlum bu kapı doksan santimdir.” Bu sohbetten anladığım: Nakşibendi kapısından girmek istersen, boynunu eğeceksin, nefsini küçülteceksin, tevazu ehli olacaksın ki, onlar seni kabul etsin ve seni Hakka ehil etsin. Zaten sanatta da öyle değil midir ki, bir çırak ustasına itiraz ederse ustası onu nasıl yetiştirsin? Mürşitlerin yanında kalmamız, bizim için çok büyük bir kısmettir.

Bu dünyada Allah dostlarına kıymet verenler artık azalmış, Seydamız (Seyyid Muhamed Raşid k.s) sohbet etti:
“Bu dünyada kaç tane insan vardır? Yine kendisi cevap verdi. Deniliyor altı milyardır, kaçı Müslüman dır? Bir milyar deniliyor, bunun kaçı ehli sünnettir? Dedi dört yüz milyon tahmin ediliyor, peki bunun kaçı Nakşibendi’dir? Altmış milyon, peki bunun kaçı Gavsın mürididir? Beş altı milyon… bu altı milyarda altı milyon nedir ki, Sadatlar bu altı milyon insanı bırakır mı? Allah’ın (c.c) yanında Resülullah’ın (s.a.v) nazarında sadatların kıymeti çoktur. Çünkü sadatlar Allah’ın ipine sımsıkı sarılmışlardır.

 Şahi Haznenin oğlu Abdulgani hazretlerini (k.s) şöyle sohbet etti.
“Şah-ı Nakşibendi (k.s) bir gün camide tek başına otururken gaybtan bir ses gelmiş: “Ey Behaddin söyle ne istiyorsun verelim. Şah-ı Nakşibendi (k.s) demiş: “Sizin isteğinize göre mi olacak, yoksa benin isteğime göre mi olacak? Gaybtan denilmiş, “Bizim isteğimize göre olacak. Şahı Nakşibendi (k.s) demiş:
”Öyleyse ben bir şey istemiyorum..” aradan on beş gün geçmiş, gaybtan Şah’a tekrar ses gelmiş: “Senin istediğin şekilde olmasını kabul ediyoruz” bunun üzerine Şah: “Ben sizden dünya malı, makamı ve mevkisi istemiyorum, şan şöhret de istemiyorum. Benim isteğim, kurmuş olduğum bu tarikatın ipine kim sımsıkı tutundu ise, onu cennetine sokacağına dair söz ver Ya Rabbi” şeklinde dua eylemiş.”

  • Mürşid-i kamil, müridinden ahde vefa ister.

  • Mürşid-i kamil, müridinden kendisini tanımasını ve taklit etmesini ister.

  • Mürşid-i kamil,müridin kendisini kalben bile olsa, tenkit etmesini istemez.

  • Mürid, mürşidinin sevdiği her şeyi sevmelidir.

  • Mürid, mürşidinin üzüldüğü her şeye üzülmelidir.

  • Müridin, mürşidinden saklayacağı hiçbir sırrı olamaz.

  • Mürid, Allah’a (c.c) ulaşıncaya kadar, mürşidinin izinden ayrılmaz, başını sağa sola çevirmez, onu takip eder. Allah’a vasıl olunca da rehberi olan mürşidini asla unutmaz.

  • Mürid, günlük yaşantısında her fırsatta mürşidinden sohbet eder, etmelidir.

  Bir haç ziyareti sırasında Gavs-ı Sani Hz.lerinin Ravzada Resulullah’a
(s.a.v) hitaben yaptıkları münacattır

Esselam-u Aleyküm alemlerin rahmeti,
Esselam-u Aleyküm Rabbimin Habibi,
Esselam-u Aleyküm Anamız Fatıma’nın babası
Esselam-u Aleyküm dedelerimin dedesi
Esselam-u Aleyküm Ya Resulallah
Nuri Arşillah.
Cümle günahlarımla, isyanlarımla geldim Senin kapına.
Sultan-ı Melül bu günah benim günahım değil,
Ya Resulallah ümmetinindir; sofilerinindir.
Ya Rasulallah sen nasıl ki arşa ümmeti- ümmeti dedin, şimdi ben senin kapında sofilerim-sofilerim…
Ya Resulallah, eğer Habibinin sana verdiği vaat gibi, sen de bana, bu evladına söz vermez isen Arş-ı ala günü bayrağının altına almaz isen ben evliyalığı neyleyim. Ben sofilere ne söyleyim, hangi yüzle döneyim.
Şefaatin Ya Ceddel Hasan, Şefaatin Ya Habiballah…
Sen söylemişsin evliyaları seven bizi sever, bizi seven Allah’ı (c.c) sever. Bizleri sevmişsin, bizi siz evliya etmişsiniz, onlar için aflarını, müjdelerini vermezsen kasva (kölen) gibi başımı vurur ben gitmem bu kapından…
Sofilerin af şefaati Ya Ebu Kasım Muhammed (s.a.v)

[1] Şems / 9
[2] Kehf, 66
[3] Küşeyri Risalesi  s. 450

Kıssadan Hisse (Edeb ve Terbiye)

Bazı arifler demişlerdir ki:
“Her kim bir şeyhten edep öğrenmezse o, Hakk Teala’nın sözünün ve Peygamber’in (s.a.v) sözünün edebini kendiliğinden öğrenemez. Çünkü farz olan ilim -Marifetullah- ilmidir. Bu ilim ise herkesin tek başına öğreneceği bir ilim değildir. Ancak bir mürşidi kamilin terbiyesinde öğrenilir.”

İnsana muhakkak bir şeyh gerektiğinin diğer bir delili de:
“Peygamberimiz (s.a.v) iki cihanın fahri, kainatın serveri, yaratılmışların beyi, kıyamet gününün şefaatçisi olmasına rağmen, Allah Teala’nın habibi iken ve hassaten kendisi için:

 “Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım.” denilmesine rağmen
Cebrail (a.s) Resulüllah’a (s.a.v) mürşid olarak gönderilmiştir. Peygamberimiz’e (s.a.v) kılavuzluk yapmıştır. Resulüllah (s.a.v) dahi bu yolu mürşitsiz ve kılavuzsuz yürümedi. Cebrail (a.s) Resülullah-ı kendi makamına kadar götürdü ve dedi ki:

“Ya Muhammed! Ben kendi makamıma kadar geldim. Buradan öte bir adım atarsam derhal yanarım. Helak olurum.” dedi. Bunun üzerine  Resülullah (s.a.v) buyurdular:

“Ya ben nice ederim ey karındaşım Cebrail! Ben nereye gideceğimi bilmiyorum.”
Sonra bir melek geldi Efendimizi aldı. İleri gitti. Ta “Kabe kavseyni ev edna” makamına vardıklarına o iki cihanın fahrine niceleri mürşid oldular.

Mürşidin Mürid Üzerindeki Hakları

Ayet-i Kerimede Cenab-ı Hakk (c.c):
“Sana biat edenler, ancak Allah’a biat ediyorlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerendedir. Kim ahdi bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kimde Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükafat verecektir.”[1]

Müritlerin, bir mürşide intisap ederken yatıkları biat, verdikleri sözde bir ahittir. Buradaki ahdn manası, tam bir sadakat ve dürüstlükle kamil mürşide bağlanacağına, harfiyen emirlerini yerine getireceğine söz vermek, bu uğurda her türlü meşakkat ve çileyi de göze almaktır.

Hak yoluna sülük etmek isteyen kimseye ilk önce Şeyh-i Kamil gerektir. İnsana Allah’u Teala’yı ancak kamil bir mürşid sevdirebilir. Allah’u Teala’yı sevmeyen, ona talip olmaz. Mürşidi kamil o kimsedir ki insanda istek husüle getire, yani Hak Teala’yı insana sevdire. Yalnız bizim Allah’u Teala’yı sevmemiz kafi değildir. Hak Teala’nın da bizi sevmesi gerektir.
Efendimiz (s.a.v.) buyurur:
“Şu Allah hakkı için ki, Muhammed’in ruhu Onun kudreti kabzasındadır. Mutlaka Hakk Teala’nın sevgili kulları şunlardır ki, kullarını Allah’u Teala’ya, Allah’u Teala’yı da kullarına sevdirirler ve yer yüzünde nasihat ederler.”
 
Bu hadisi şerif Mürşidin lüzumunu, vazifesinin ehemmiyetini, herkese şeyhin mutlak gerektiğini beyan etmektedir.

Mürşitler, müritlerini tezkiye-i nefis ve tezkiye-i kalp yoluna sülük ettirirler. Gönül aynasını açarlar. Ne zaman ki gönül aynası tasfiye olur, cilalanır ve açılırsa o zaman, gönülde envar-ı ilahi mün’akis (aksetme) ve cemalin tevhidi aşikar olur.

Mürşidler, yer yüzünde Hakk Teala’nın askerleridirler. Onların vasıtasıyla Hakk Teala gerçek müritleri irşad eder. Mürşitler sebebiyle Hakk Teala gerçek taliplere hidayet verir. Resulüllah (s.a.v.) Hak Teala’dan hikaye ederek kudsi bir hadiste buyurdular ki:
“Benim kullarımın benimle meşguliyetleri diğer meşguliyetlerine galebe çalsa o kimsenin himmetini, kastını, fikrini ve lezzetini benim zikrimde olur. O zaman, o bana bende ona aşık olurum. Onunla kendim arasında olan perde ve hicapları kaldırırım. Halk unuttuğunda onlar unutmazlar. Onlar, enbiya sözü söylerler. Onlar benim bahadır kullarımdır. Onlar benim abid kullarımdır. Dünya halkına bir musibet göndermek istesem bu kullarımı anar ve göndermek istediğim musibetten vazgeçerim.”
 
Peygamberimiz (s.a.v) bir hadisinde, insana mutlak olarak bir mürşidin gerektiğini ifade ederek buyururlar: “İnsanlar uykudadır. Onlara bir uyarıcı gerektir.”
 
Sakın şeyhe ne ihtiyaç var diye kendini salıp koyuverme. İyice inan ki herkese bir şeyh lazımdır. Mürşitsiz yola çıkan kimse, işin sonunda azgınlığa düşse gerektir. Bu sebepten Peygamberimiz (s.a.v) buyurdular ki:  “Ümmetimin alimleri, Beni İsraillin peygamberleri gibidir. Din yoluna gayet güzel bir şekilde takip ederler ve başkalarına da gösterirler. Ümmetim onlara uyursa artık hiçbir kaygısı olmasın.”[2]

Ebu  Hüreyre (r.a) Resülullah’dan (s.a.v) rivayet eder:
“Allah Teala bu ümmete her yüz senede bir müceddid ve baş gönderir. O kimse ümmetin dinini yeniletip ihya eder.” (yani Hurafelerden ayıklar)
Şimdi gelelim mürşidin, mürit üzerindeki haklarına:
İmam Rabbani (k.s) buyuruyorlar ki:
“Kamil ve Mükemmel bir şeyhe kavuştuktan sonra, bütün arzularını onun eline bırakmalı, gassalın (yıkayıcının) elinde teneşirdeki meyyit (ölü) gibi olmalıdır. İlk fena hali fenafişşeyhte başlar, bu ise fena fillaha çıkmaya vesiledir.”[3]

Demişlerdir ki:
“Şeyh gassal (cenaze yıkayıcısı) gibi, mürid de ölü gibidir.”
Dervişlik paklık ve erliktir. Ecnebilik denilen şey de cünüplük ve murdarlıktır. Şeyhlik de bu cünüplüğü yıkayıp pak etmektir. Şeyh kendine teslim olan müridi velayet suyuyla yıkar. Manevi cenabetten ve murdarlıktan pak eder, temizler.
İbrahim Ethem (k.s) padişahlığı bırakıp şeyhin kapısına vardığı zaman şeyhi ona bir palta ile bir ip verdi. Sırtında odun taşımasını emretti.
İbrahim Ethem (k.s) şeyhinin kapısına nice yıllar odun taşıdı. Odun taşımaktan arkası (sırtı) delik deşik oldu.

Şeyh Süleyman-ı Darani’nin (k.s) bir sadık müridi vardı. Emekçisi idi. Hiçbir şeyi şeyhe danışmadan yapmazdı. Bir gün şeyhe gelip dedi ki: “Hamur yoğurayım mı? Var yoğur dedi.  Fırını yakayım mı? Var yak. Hamuru yoğurdu. Tandırı yaktı. Gelip tekrar şeyhe dedi ki: “Sultanım tandır yandı ne buyurursunuz? “Tandır iyice yandığında var içine gir, dedi.
Tandır iyice kızıştıktan sonra vardı o fırının içine girdi. Bağdaş kurup oturdu. Zikrullah ile meşgul oldu. Şeyhin sözüne karşı gelip muhalefet etmedi. Biraz zaman geçtikten sonra şeyh dedi ki. Şol dervişin sözüme muhalefet ettiği yoktur, varıp tandıra girmesin? Ben kendisini görmeye varayım, bakalım nasıldır ve ne yapar. Şeyh geldi gördü ki, derviş tandırın içinde zikrullah ile meşguldür.
Şeyh dervişe dedi ki: “Derviş gel, dışarı çık, sadakatin seninle beraberdir. Tandır sana gülistandır, dedi. Derviş dışarı çıktı. Arkasını sıvazladı. Himmet etti. Muradına erdi. O kimse de sonra büyük bir şeyh oldu. Sebebi teslimiyeti idi. Teslimiyet işte buna derler. Şeyh ne derse hiç düşünmeden onu yerine getirmektir.

Sültan’ül Arifin Şeyh Beyazid-i Bistami’nin (k.s) bir gerçek müridi vardı. Şeyh kendisine ne derse onu derhal yerine getirirdi teslimiyeti tam idi. Şeyhin evine vardığı zaman ayağına kapanıp dedi ki: “Sultanım! Bana bir himmet nazarı ile bak. Beni mahcupluktan kurtar.” dedi
Şeyhi dedi ki: “Şu kapıda bekle, çıkıp sana himmet edeceğim.”
Şeyh içeri girdi. Derviş kapıda otura kaldı. Diğer kapıdan şeyh çıkıp mescide gitti. Mescide gider gider gelirdi, bir türlü müridin bulunduğu kapıdan girmez, diğer kapıdan girer, çıkardı. Derviş de beriki kapıda sessiz otururdu. Hiçbir tarafa ayrılmayıp tam yedi yıl o kapıyı bekleyip önünde oturdu. Şeyh gelecek diye bekledi. Yedi sene geçtikten sonra şeyh bu kapıdan çıktı. Gördü ki derviş o kapıda durmaktadır. Şeyh: “Sen burada mısın? Derviş:
“Evet sultanım! Siz bana burada beklememi ve kendinizin bana himmet edeceğinizi söylediniz. Benim sizin sözünüzden maada bir işim var mı? Eğer yüz yıl ömrüm olsa da siz de bana bu kapıda oturmamı emretseniz, ben burada otururum. Öteki kapıya varmam. Zira siz bana bu kapıda oturmamı söylediniz.” dedi.
Şeyh de bunun teslimiyetini beğenip kendisine himmet etti. Derviş maksadına erişti.

BEYT:

İşte bu yolda seni günde bin kere öldüreler
Teslim ol, yüzünü çevirme, ver iradet ta ebede.

Şeyhe kendini teslim eden kimseler, Hz. İsmail’in (a.s) babasına kendini teslim ettiği gibi teslim etmelidir. Hz. Musa’nın Hızır’a (a.s) iradet getirdiği gibi, irade getirmemelidirler.

Mürid dört kısımdır.
1) Daima dinler, hiç konuşmaz, o kardadır.
2) Söyleyicidir, hep konuşur, o zarardadır.
3) Emir alıcıdır, o tasarruftadır.
4) Emir vericidir, o boşluktadır.

Bir kimse mürşidini kendisine tercih etmedikçe hakiki mürit olamaz. Mürşidinden hizmet ve hürmet bekleyen, velev ki gönlünden bile geçirirse gerçekten mürit olamamıştır.
Mürşit, müridine dese ki: Git falan beldeden bana istediğimi getir. Mürit bu isteği yerine getirmek için yolda mürşidinin arzusunu elde edip geri dönse o mürit zarar etmiştir. Çünkü mürşit, müride ne istediğini ve nereden alması gerektiğini belirtmiştir. Verilen emir ve vazifeleri eksiksiz yerine getirmelidir.[4]
 Mürşidin, kulları Allah’a sevdirmesi şöyle olmaktadır:
Hiç şüphesiz, mürşidi kamil müridi, Hz Resülullah Efendimiz’in (s.a.v) yoluna uymaya sevk etmektedir. Kim Hz Peygamber’e (s.a.v) güzel bir şekilde uyarsa; Allah Teala onu sever. Çünkü O, şöyle buyurmuştur.
“Rasülüm onlara de ki: Eğer siz gerçekten, Allah!ı seviyorsanız hemen bana uyun ki; Allah da sizi sevsin.”[5]

[1] Fetih, 10
[2] Muzekkin nüfus  s / 415
[3] 61.Mektup
[4] Mürşidlik rütbesi; Süfilerin yolunda, rütbelerin en yükseği ve Allah’a davette Peygamber vekilliğidir.
[5] Ali İmran / 31

İhlas, Feyiz Almak İçin Kalbi Hazırlama

İhlâs-ı mürid şol keyfiyette olmalıdır: Mürşidi Rasûlullah’in (s.a.v) nâibi, vekili, halifesi ve zillullah (gölgesi) fil-àlem olduğunu bilip; mürşid kendisini reddederse, Allah-u Teàlâ ve Resûlünün de reddeylemesine; ve kabul eylerse, Allah ve Resûlünün de kabul buyurmasına vesile olacağı itikadında olması gerektir. Bir müridi eğer şeyhi reddecek olsa, şeyhinin şeyhi dahi kabul etmeyip, ta Rasûlullah’e kadar hiçbiri kabul etmez.

Mürşit de bir ruhaniyet vardır ki, hiçbir halde müritten ayrılmaz. Bazı müritler bu ruhaniyeti üzerlerinde gördükleri için, uyku zamanlarında bile ayaklarını uzatmağa cesaret edemezlermiş. Bu hali her müridin görmesi mümkün olmasa dahi, görür gibi itikat etmelidir. Bu itikat sayesinde, görmüş olan mürid ile feyizde müsâvi (eşit) olur.

Ruhaniyyet-i mürşid hâlet-i nezi’de, yâni can verirken ve kabirdeki süâl zamanında, müridin yanında hazır olup, sual meleklerinin cevaplarına yardım ederek teselli verir ve korkusunu teskîn eder. Şeytan ise mürşid-i kâmili görünce hemen kaçar, Hazret-i Ömer’den (r.a) kaçtığı gibi.

Hakk Teàlâ mürşidlere, gıyaplarında yâni hazır olmadıkları zamanda vâkî olan işleri görecek göz ve işitecek kulak verdiğine itikat eyleye. Her ne kadar mürşid kendisine bildirmezse de, öylece itikad etmek gerektir. Şu hadîs-i kudsîde:

“Kul nâfilelerle bana durmadan yaklaşır, nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi, artık o kulumun işiteceği kulağı olurum, göreceği gözü olurum.”

Hak Teàlâ’nın; “Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı.”[1] kavl-i şerifi bu mânâya işarettir. Eğer böyle itikat ederse, mürşidin feyzi şarktan garba, (doğudan batıya) kadar her tarafı doldurur. Güneşin ziyâsının her tarafı doldurduğu gibi.

Mürit her nerede olursa olsun, feyiz dalgalarına dahil olduğunu bilmesi gerektir. Çünkü feyiz alabilmenin anahtarı bu inanca bağlıdır. Ve dahî ehl-i keşif olan mürit, mürşidin nurunun şark ve garbı ihâta ettiğini görür. Eğer mürit bundan noksan görürse, noksanlık ve zaaf mürşidin nispetinde değil, onun keşfindedir. Kezâ mürşidinin uykusunun, kendisinin gece sabaha kadar ibadetinden, yemesinin ise kendi orucundan efdal olduğuna inanmalıdır. Ve mürşidinin bir nefeste terakkisi, kendisinin bütün ömründe, riyâzat ve sülûkündeki terâkkîsi kadar olduğunu kabul etmelidir.

Mürşidi kendinde olan kudret-i kudsiyye ile bir kimseye nazar etse, Cünyed-i Bağdâdî ve Bâyezid-i Bistâmî’nin (k.s) makamına îsâl eder. Bu nazara uğrayan veya nâil olan kimse, ne kadar kötü ve fâsık dahî olsa, makàm-ı âlîye vâsıl olur, ancak bu nazarı aramak ve gözlemek lâzımdır.  “Mümin Allah’ın nuruyla bakar.” buyrulmuştur. “Allah her şeye kàdirdir.”[2]

Mâlûm ola ki, tàlibe lâzımdır ki kendi gönlünü bütün cihetlerden, işlerden, düşüncelerden boşaltıp şeyhine müteveccih kıla… Şeyhin bulunduğu yerde ondan izinsiz farz ve sünnetten başka namazlar ve zikirlerle meşgul olmaya ve onun huzurunda ondan başkasına iltifat etmeye. Başkalarının elini öpmek, hatır sormak ve buna benzer konuşma yapmak doğru değildir.

Bütün varlığıyla kendini şeyhine müteveccih kılıp otura ve öyle bir yerde oturmalıdır ki, gölgesi bile şeyhinin esvabının üzerine düşmeye…
Seccâdesinde namaz kılmaya ve seccâdesi üzerine ayak basmaya. (Vay zamâne dervişlerine vay!) Abdest aldığı yerde abdest almaya, yâni taharethànesine girmeye. Ona mahsus olan kalem, kâğıt, bıçak, kaşık, tabak ve sâire gibi şeyleri kullanmaya…
Mürşidi yokken bile, onun olduğu tarafa ayaklarını uzatmaya ve o tarafa tükürmeye.

Şeyhten her ne sadır olursa, zuhur ederse -bu görünüşte hatâ bile olsa- onu doğru bile… Zîrâ mürşidin hareketleri ilhamdan neşet eder, hatâsı da hatâ-yı ilhâmîdir. Hatâ-yı ictihâdî gibi ki, ona levm (kınama) ve itiraz caiz görülmemiştir.

Vaktâ ki bu usül üzere muhabbet hasıl oldukta, sevdiğinden her ne sadır olursa, sevenin gözünde mahbup görünür ve sevilir, itiraza meydan kalmaz. Az ve ufacık bir itiraz vâkî olsa, felâket ve helâkini, mahv ve perişanlığını mûcip olur. (Ah ah, dik dik konuşmalar, bağıra bağıra şiddet ve hiddetler, ve şeyh yanına sık sık girmenin ve orada lâubâli oturmanın ne demek olduğu, bilmem acabâ anlaşılır mı?)
Bazı mühim rüyalarını arz eder, fakat yine tâbirinde ısrar etmez. Kendine münkeşif olan tâbiri de arz eder.

Gerek sevabını ve gerek hatâsını araştırıp tecessüs etmeye ve kendi keşfine itimat etmeye, güvenmeye. Zarûret olmadıkça, izinsiz ondan ayrılmaya…
Her ne gibi feyz ve fütûhâta, devlet ve saadete nâil olursa olsun, onun şeyhinin tavassutu ile olduğunu zan ve tasavvur eyleye… Eğer başka bir şeyh vasıtasıyla olduğunu vâkıada görürse, yine onu kendi şeyhinden bile…
Şeyhinin gerek işlerinde, gerek sözlerinde ve gerek hallerinde saklanması lâzım olan bir hali görse veya vâkıf olsa dahi, onu başkalarına nakil ve hikâyeden sakınmalı; bir başkası söylese, onu da duymazlıktan gelip susmalıdır. Sakın şeyhimi methedeceğim diye veya kendisinin yakını olurum zannıyla, iftihar kastederek kendini helâk etmeye…

Şeyhinde her gördüğünü, ben de yapayım demeye. Yalnız şeyhinin dedikleri ile meşgul ola ve izinsiz bu gibi şeyleri yapmaya. Şeyhinin emrine mutî olup, halife ve müritlerden kendi üzerine takdim ettiği kimselere de itiraz etmeyip, emirlerine itaat ede.  Efendimiz (s.a.v) Hazretleri’nin emir gösterdiği kimseye, ondan daha üstün ve âlâ olanlar itiraz etmeyip itaat ederlerdi. Bunların zâhiren her ne kadar amelleri az olsa dahi, yine ihtiram ve tâzim lâzımdır.

Eğer dînî veya dünyevî bir şey soracak olursa, onun hoş vaktini gözlemek ve şeyhinin haline bakıp, sözlerini dinlemeğe vaktinin müsait olup olmadığını, yemek ve istirahat vakitlerini, ders ve murakabe hallerini düşünerek, sözleri onu rahatsız etmeyecekse arz eder, sözü de uzatmaz. Yoksa hiç düşünmeden ve mülâhaza etmeden, ağzına geleni söylemekle arîz ve amîk konuşmaya…
Şeyhinin sözlerini gayet dikkatle dinleyip, işaret ve inceliklerine ehemmiyetle kulak vermeli ve icabını derhal yapmalıdır. Aksi halde fütûhattan ve feyizlerden mahrum olur.
[1] Enfal: 17
[2] Bakara: 284

Mürşidine Hizmet Edebi

Bu hizmet ya beden veya mal ile olur. Beden ile hizmet odur ki, mürşide hizmet Rasûlullah’a (s.a.v) ve belki Allah Celle ve A’lâ’ya râcî (dönme) olduğuna itikat edip, o hizmeti kendisine Cenâb-ı Hak’tan bir nimet bilmeli; ve bu tevfîka mazhar ve o hizmete tahsis kılındığına memnun ve müteşekkir olmalı! Kalbinde bu hizmetten nâşi mürşidine, “Ben sana şöyle hizmet ediyorum!” diye söylememelidir. Çünkü bu başa kakmak gibidir ve zehirdir, ecrini zâyî eder; bunu bilmeli ve inanmalıdır.

Eğer bir şeye söz vermişse, helâk olacak olsa bile sözünden dönmeye… Kendi işleri üzerine mürşidin hizmetini takdim eyleye ve mürşidine hizmeti bir lahza bile tehir etmeye. Bile ki, mürşidin himmet ve yardımı o hizmete imdat edip, onunla vücuda gelir. Ve hizmetinden hemen hàdim ve mümtesil, yâni hizmete memur olmaktan başka bir şey kastı olmaya… Eğer kendisinde bir gönül hoşluğu veya velâyet ve sâire gibi bir garaz olursa, derhal tövbe ve istiğfar eyleye… Ve daha doğrusu bu ki, Hak Teàlâ kendisini sanki mürşidine hizmet için halk ettiğine itikad eyleye. Hattâ nefsini bile mevcut görmeyip, hizmeti ona nispet eylemeye.

Kendisini mürşidin hizmetine lâyık görmeye… Memur olduğu hizmetten nefsini aciz ve noksan bile.
Şeyhin muhtaç olduğu mesàlihi ve işleri, söylemesine hacet bırakmadan ve hatırına gelmeden yapıvermeğe gayret ve sa’y (gayret) etmelidir. Zîrâ bu suretle şeyhini rahatlandırmış olacağından, mükâfâtı da o nispette çok olur. Şeyhinin gönlünü fethetmeğe sebep olur ve belki müridin (hàdimin) mürşidinin kalbinin ortasında yer almasını mucip olur. Bu suretle de mürşidin bâtını müridin kalbine aksedip, feyizde ziyade devam hasıl olur. Mürşidin hizmetini gàyet sürur ve beşaretle, sevinçle eda etmelidir.

Hikâye olunur ki: Bir mürid bazı ihtiyaçları sebebiyle şeyhine mühim bir ikramda bulunmuş Fakat şeyh efendi bu müridi arkadaşları arasında methedince, mürid şeyhine: “Ben o meblağı annemin rızası olmadan size vermiştim, vâlidem şimdi onu geri istiyor; vermenizi rica ederim!” demiş.

Şeyh efendi de getirip vermiş. Müritler de bu işe taaccüp etmişler. Lâkin akşamdan sonra herkes dağılınca, mürit o aldığı bin altını yanına alıp, şeyhine varmış:

“Efendim, beni arkadaşlarımın arasında medh ve senâ buyurmanızı ve halk arasında bununla memnûniyetinizi bildirmenizi arzu etmedim. Bu sebepten nefsimi horlamak ve arkadaşlarımın arasında  kıymetimin olmamasını sağlamak için böyle yaptım. Kusurumun affını ve aynı meblağın kabulünü rica ederim!” demiş. Şeyh de müridin bu halini tahsin edip, çok beğenip, edal-i makbûlînden kılmış. (yani tekrar onun ikramını kabul etmiştir)