Kurbanda Vücûbiyetinin Şartları

Kurban kesecek kimsenin: Müslüman, hür ve yolculuk halinde bulunmayıp mukîm olması, nisap miktarı mala sahip olması gerekir.[1]
Akıllı ve bulûğa ermiş olma şartı konusunda ihtilâf vardır. İmam Azam ve İmam Ebû Yûsuf’a göre kurban kesmekle mükellef olmak için akıllı ve bulûğa ermiş olmak şartı yoktur. Zengin olan çocuk veya delinin malından velîsi kurban keser. İmam Muhammed’e göre ise akıl ve bulûğa ermek şarttır. Fetva bu görüşe göredir.[2]

Kâfire kurban kesme vacip olmamakla birlikte eyyâm-ı nahr (Kurban kesme günleri) da Müslüman olana veya bulûğa ermiş olana kurban vaciptir ve kurban kesmesi gerekir.[3]

Seferî olanlar kurban kesmekten muaftır. Bundan dolayı seferîliği gerektirecek yoldan gelen hacılara kurban vücûbiyeti yoktur. Ancak mukîm olan Mekkeliler için bu vücûbiyet düşmez. Eyyâm-ı nahr’da yolculuğa çıkan kişi, vakit çıkmadan mukîm olursa kurbanla mükelleftir. Eyyâm-ı nahr’ın ilk günlerinde mukîm olduğu halde kurban kesmeyen ve son gün sefere çıkan kişiden vücûbiyet düşer.[4]

Kurban kesmede nisap, sadaka-i fitırla mükellef olmaktır. Bu durumdaki Müslüman kurban kesmek vaciptir.[5]

Nisabı eksilten borç, eyyâm-ı nahrda kurbanlığın kaybolması kurbanın vücûbiyetini düşürmez. Kişi vaktin başlangıcında fakir, sonunda zenginleşirse kurban kesmesi gerekir. Kurban kesmekle mükellef olan aldığı kurbanlığı kaybeder ve mal varlığı nisabın altına düşerse eyyâm-ı nahr’da fakir olduğundan yeni bir kurban almaya gerek yoktur. Zengin olduğu halde yerine yenisini alıp keser ve diğerini de bulursa bunu kesmesi gerekmez.[6]

[1] el-Fetâva’l-Hindiyye, 5, 292
[2] el-Fetâva’l-Hindiyye, 5, 293
[3] el-Fetâva’l-Hindiyye, 5, 293
[4] el-Fetâva’l Hindiyye, 5, 293
[5] Kâsânî, 5, 64
[6] Kâsânı, 5, 62-64

Kurban’ın Önemi ve Fazileti

 (Resülüm!) Kuşkusuz biz sana kevseri verdik. Şimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes. Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.”[1]  
 
“Kurban” kelimesinin sözlük anlamı “yakınlık”tır. Dini bir kavram olarak ise kurban, “Yüce Allah’a yakınlık için belirli günlerde belirli kimseler tarafından kesilmesi istenen belli hayvanlar” demektir. Hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır.

Koçun İsmail (a.s) feda olunduğu gibi, kurbanı da, kendisinin fidyesi olarak kabul etmelidir. Nitekim Saffat Süresin de Allah’u Teala (c.c): “Ona büyük bir kurbanlık fidye ettik.”
 
Allah’u Teala ayet-i kerime de:
“Onlara Adem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti…”[2]

Nitekim yine Ayeti kerimede Cenab-ı Hakk (c.c):
“Biz her ümmete (kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah’ın adını ansınlar diye – kurban kesmeyi gerekli kıldık. İmdi, İlahınız, bir tek ilahtır. Öyle ise, O’na teslim olun. (Ey Muhammed!) O ihlâslı ve mütevazı insanları müjdele.[3] buyurmaktadır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) de:
“Allah’tan başkası namına hayvan kesene Allah lanet etsin,”[4] buyurmuştur.

Gerek Hz. İsmail’in (a.s) kıssasında gerekse Kevser Suresinde bize verilen mesaj şudur: Mümin, Yüce Allah için, O’nun rızasını elde etmek için yaşar. Müminin hayatının temel anlamı budur.

Hayatı bu amaç doğrultusunda yaşamanın yolu ise İslam’ın emir ve yasaklarına titizlikle riayet etmekten geçer. İslam “teslim olmak” demektir; Kur’an ve sünnet’in belirttiği istikamette sapmadan, yalpalamadan yürümek, Allah ve Resulünün bizden istediklerini Hz. İsmail’in (a.s) teslimiyetinde yerine getirmek.

Nitekim Resül-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) En’am süresi’nin 161-162. ayetlerinde şöyle demekle emrolunmuştur:
“Muhakkak ki benim namazım, diğer ibadetlerim, hayatım ve ölümüm  Alemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.”
 
Onun ümmeti olarak bizim anlayışımız da bu olmalıdır. Namazı ve diğer ibadetleri nasıl sadece Yüce Allah için yerine getiriyorsak, hayatımızın ve ölümümüzün de Yüce Allah için olduğunu söyleyebilmeliyiz. Ve bütün benliğimizle diyebilmeliyiz ki: Biz Allah için varız ve yine O’na döneceğiz.

İşte kurban ibadeti, biz Müslümanların hayatı Allah için yaşama azim ve gayretinde olduğumuzu gösteren bir sembol, bir işaret olması dolayısıyla son derece önemlidir.

– Kurban kesen kimse adeta şöyle demiş olmaktadır:
“Ya Rabbi! Senin yolunda, senin rızanı kazanmak uğruna maldan-mülkten, sevdiklerimden ve hatta canımdan geçmeye hazırım. İşte bu kurbanı benim ve imanımın ve teslimiyetimin bir simgesi olarak yine senin adınla kesiyorum. Bu kurbanın toprağa dökülen kanı, sana verdiğim sözde, imanımda ve ihlâsımda bütün benliğimle sabit-kadem olduğumun imzası ve tasdikidir. Kabul eyle ve beni bu yolda daim eyle…

Efendimiz’in (a.s) şu sözüne kulak verelim:
“İnsanoğlu Kurban Bayramı’nda (farz namazlar dışında) Allah katında kan akıtmaktan daha sevimli hiçbir amel işleyemez. Şüphesiz o (kesilen kurban) kıyamet günü boynuzları, tırnakları ve kıllarıyla (Allah huzuruna) gelir. (Kurban)  kanı daha yere düşmeden önce Allah katında kabul olunur. Artık (sevabı böyle olunca) gönülleriniz kurban (kesme sebebi) ile (sıkıntıda değil) hoş olsun.

Bütün bunlarda biz müminler için son derece önemli dersler vardır. Büyük Şair Necip Fazıl merhumun dediği gibi.

  • Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez,
  • Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
  • Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada;
  • Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez.”

 
 Evet, bu dünya öyle bir imtihan yeri ki, bazen malımızla, bazen canımızla, bazen de sevdiklerimizle deneniyoruz. İman iddiamızın samimiyetini ortaya koymamız, bu ciddi imtihandan başarıyla geçmemize bağlı.
Nitekim Yüce Yaratıcımız:
“Andolsun biz sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan canlardan  ve mahsüllerden  biraz eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.”[5] buyurmak suretiyle bu noktayı vurgulamaktadır.

Zeyd İbnu Erkam (r.a) anlatıyor: Resülullah’ın (s.a.v) ashabı: “Ey Allah’ın Resül-ü dediler, bayram günü kesilen şu kurban nedir?”
“Bu babanız İbrahim’in (a.s) sünnetidir.” buyurdular. Ashab: “Pekiyi, kurban kesmede bize ne gibi sevap var ey Allah’ın Resülü” dediler:
“Kurbanın her bir kılı için bir sevap” buyurdular. Ashab tekrar: “Kesilen kurban, koyun kuzu gibi) yünlü ise ey Allah’ın Resülü (sevap nasıl olacak)?”diye sordular. Aleyhissalatu vesselam: “Yünün her bir kılı için de bir sevap var!”[6] buyurdular.

Yine Resülullah (s.a.v):
“Kurbanlarınızı büyük ve semiz olanından yapınız.” buyurmuştur.
Kurban etini dağıtırken, razılıkla, gönül hoşluğu ile vermelidir. Hz. Aişe (r.anha) Resülulllah’ın (s.a.v):
“Kurban bayramının birinci günü, Ademoğlunun yaptıkları işlerden Allah’u Teala’nın en çok sevdiği amel kan akıtmasıdır. Çünkü kıyamet günü kurbanlar, boynuzları, kılları ve tırnakları ile geleceklerdir. Kan yere değmeden önce, Allah’u Teala katında, kabul olunan yere akar. Onun için kurbanlarınızı gönül rahatlığı ile kesiniz.” buyurmuştur.

Tesmiyeden yani Bismillahi Allahü Ekber dedikten sonra, kurbanı kesmeden önce “kabul et” diye dua etmek mekruhtur. Fakat kesildikten sonra böyle dua etmenin bir mahzuru yoktur.

Peygamberimiz (s.a.v) diyor ki:
“Varlıklı olup da kurban kesmeyen kimseler sakın camilerimize yaklaşmasınlar.”

Peygamberimiz (s.a.v) diyor ki:
“Bir kurban bayramında sevgili Peygamberimiz (s.a.v) Hz Aişe Annemize “Ey Aişe! Kalk ve kurbanın başına dikil. Çünkü bıçağı bir çekişinde kurbandan yeryüzüne dökülecek olan ilk kan damlası sebebiyle ulu Allah tüm küçük günahlarını yıkayıp arıtacaktır.”
Hz. Aişe sorar: Ey Allah’ın elçisi!… bu artma sadece bize mi, yoksa bütün Müminlere de mi şamildir?” Sevgili Peygamberimiz de Aişe’nin sorusuna şöyle cevap verir: “Ey Aişe!… Hem bize, hem de tüm Mü’minlere.”
 
Hz. Ali (r.a) diyor ki:
“Kurban bayramında kurban kesmek üzere kurban almak için evinden çıkan her varlıklı mümin gidiş ve gelişi sırasında attığı her adımın karşılığında Allah kendisine on sevap yazar, buna karşılık da on günahını affeder ve Cennetteki derecesini de on kat yükseltir.
Kurbanlığı alırken pazarlık sırasında konuştuğu her kelimesi bir tesbih sayılır. Parasını öderken de verdiği her lira karşılığında ayrıca yedi yüz sevap kazanır. Kurbanı kesmek üzere yere yatırdığında göklerle yeryüzünü dolduran bütün canlılar kendisine dua ve istiğfar ederler. Kurbanın kanı yere damladığında her damla için ulu Allah birer melek vazifelendirerek bu melekler kurban kesenin günahlarının affı için kıyamete dek Allah’a yalvarıp yakarırlar.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki:
“Kestiğiniz kurbanlarınıza karşı  büyük saygı besleyiniz. Çünkü (Kıyamet günü) Sırat Köprüsünü geçerken onlar sizin binekleriniz olacaktır.”

Nitekim Ulu Allah (c.c)de şöyle buyurmaktadır:
“O gün (kıyamet günü) biz gönüllerinde Allah korkusu taşıyan gerçek Müminleri çok esirgeyici olan Allah’ın huzuruna (Mahşer yerine) cennet binekleri üzerinde göndeririz.”[7]

Gerçekten kurban kesemeyecek durumda olan Mü’minler cennet bineklerine binemeyecekler mi? Hemen cevap verelim ki onlarında işledikleri ibadet ve taat gibi iyi amelleri birer cennet bineği olacaktır. Dirilip de kabirlerinden kalktıklarında işte bu bineklere binerek hızla mahşer yerine, Rablerini huzuruna varacaklar.

 Peygamberimiz (s.a.v) diyor ki:
“Bizler gibi eksiksizce beş vakit namazını kılan ve her kurban bayramında (eğer varlıklı ise) muntazam bir şekilde kurbanını kesenler bizdendir. (gerçek müminlerdir) Tersine eksiksizce beş vakit namazını kılmayan ve varlıklı olduğu halde kurbanını kesmeyenler bizden değildir. (gerçek müminlerden değildir)

Peygamberimiz (s.a.v) diyor ki:
“Ümmetimin en iyileri varlıklı olup da kurbanlarını kesenler, en kötüleri de varlıklı olduğu halde kurbanlarını kesmeyenlerdir.”

Peygamberimiz (s.a.v) diyor ki:
“Dikkat edin! Kurban bayramlarında keseceğiniz kurbanlar, kurtarıcı iyi amellerdendir. Çünkü her kurban sahibini hem dünyanın, hem de öbür dünyanın kötülüklerinden kurtarır.”[8]

Peygamber efendimize Kevser sûresi nâzil olup (inip); “O hâlde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” buyrularak kurban kesmesi emrolundu. Peygamber efendimiz biri kendisi, biri de ümmeti için iki kurban keserler, kurban kesmeyi ve kurban kesenleri överlerdi.[9]
“Hasîslerin (cimrilerin) en kötüsü (kesmesi vâcip olduğu hâlde) kurban kesmeyendir.”[10]

“Kurban kesen kendini Cehennem’den âzâd etmiş, kurtarmış olur.”[11]
Kurbana verilen paranın sevâbı, yüz misli yâni pek çok parayı sadaka vermek sevâbından daha fazladır.

Kurban kesmenin meşrûiyeti Kitap, Sünnet ve İcmâ-i ümmet ile sabittir. Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de; “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes”[12] Hz. Peygamber’in de (s.a.v):
“İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın”[13]  şeklindeki ifadeleri konunun önemini ortaya koymaktadır. Bu ve benzeri nasslardan hareket eden Hanefi fukahâsı kurban kesmenin vâcip olduğu görüşündedirler.[14]

Kurban Allah’a yaklaşmak maksadıyla ve yalnız O’nun rızasını kazanmak için kesilir. Allah’tan başkası adına hayvan kesmek haramdır ve bu yola tevessül edenleri Hz. Peygamber (s.a.v): “Allah’tan başkası nâmına hayvan kesene Allah lânet etsin”[15] şeklindeki ifâdeleriyle uyarmıştır.
[1] Kevser /1,2,3.
[2] Maide / 27. kütüb-i sitte c. 4 s. 521.
[3] Hac / 34.
[4] Müslim
[5] Bakara / 155.
[6] Kütüb-i sitte c. 17 s. 410.
[7] Meryem / 85.
[8] Dürretün nasihin c. 2 s. 1138-1143.
[9] İbn-i Âbidîn.
[10] Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn.
[11] İbn-i Âbidîn.
[12] Kevser, 108/2
[13] İbn Mâce, Edâhı, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 321
[14] el-Fetâva’l Hindiye.
[15] Müslim, Edâhî, 43-45;

Allah (c.c) Yolunda İnfak

“Ey müminler! Size ne oluyor ki, Allah yolunda infakta bulunmuyor, mallarınızı sarf etmiyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası zaten Allah’ındır.”[1]

İnfak konusunda en güzel örnek Ashab-ı Kiram (R.Anhum) Efendilerimizdir. Onlar Allah’a ve Resülüne o kadar inanmışlardı ki, hiç tereddüt etmeden mallarını ve canlarını feda etmekten çekinmediler.

Sıddık-ı Ekber (r.a) bütün malını ortaya koymuştu. Resülullah (s.a.v) Efendimiz “Ya Eba Bekir! Ehline ve çocuklarına ne bıraktın? Diye sorduğu zaman “Allah ve Resülünü bıraktım” buyurmuştu.

Hz. Ömer (r.a) bu hadiseyi şöyle anlatıyor.
Bir gün Resül-i Ekrem (s.a.v) bize, askeri donatmak için, sadaka getirin diye emir ettiler. Benim malımın çok olduğu bir zaman idi. Gönlümden geçti ki, her zaman kardeşim Ebu Bekir (r.a) sadaka hususunda hepimizden fazla sadaka verirdi. Ama bu defa ben ondan fazla vereyim diye, malımın yarısını götürdüm. Resülullah (s.a.v) buyurdular ki:
“Ya Ömer ehl-i beytine (ev halkına) ne alıkoydun.” Dedim ki Ya Resülallah bu kadarını (yani yarısını) bıraktım. Bu sırada Ebu Bekir (r.a) bütün malını getirip koydu. Hazreti fahri kainat buyurdu ki:
“Ya Eba Bekir Ehl-i beytine ne alıkoydun?” Hz. Ebu Bekir,Ya Resülallah! Ehlime Allah’ü Teala’yı ve Resülünü alıkoydum, buyurmuştur.

Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz tanesi olan ve yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Allah dilediğine fazlasıyla verir. Allah’ın lütfü geniştir ve O her şeyi bilendir.”[2]

Ayeti Kerime de Allah Teala şöyle buyurmaktadır.  “Kim (Allah huzuruna) iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır.”[3]

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça (birre) iyiye eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.”[4]

Not: “İyi” şeklinde tercüme edilen ayetteki -birr- kelimesi, hayrın iyiliğin kemal noktası, Allah’ın rahmeti, rızası ve cenneti manalarında açıklanmıştır. Yukarıda ki ayete göre böyle bir hayata ve Allah’ın lütuf ve inayetine (yardımına) ulaşmanın şartlarından biri, kişinin sahip olduğu ve sevip bağlandığı şeyleri Allah yolunda kullanmasıdır. Müfessirlere göre bu şeyler, servet, mevki, ilim ve beden kuvveti gibi maddi ve manevi imkanlardır.

Enes b. Malik (r.a) den şöyle rivayet olunmuştur.
Ebu Talha (r.a) hurmalık bakımından Ensar-ı Kiramın en zenginlerinden idi. En sevdiği malı da Mescid-i Nebevi’nin karşısındaki -Beyraha- denilen hurma bahçesi idi. Peygamber (s.a.v) o bahçeye girer, içindeki tatlı sudan içerdi.

Enes (r.a) diyor ki: “Sevdiğiniz şeyleri infak etmedikçe hayra kavuşamazsınız” mealindeki ayet nazil olunca Ebu Talha, Peygamber (s.a.v) huzuruna çıkarak. Ya Resülallah! Cenab-ı Hak, “sevdiğiniz şeyleri infak etmedikçe birr-ü ihsan’a nail olamazsınız” buyuruyor. Benim en sevdiğim malım ise -Beyraha- denilen bahçedir. O bahçe Allah rızası için sadakadır. Allah katında onun hayrını ve ahiret azığı olmasını dilerim. Bunu Allah’ın gösterdiği cihete tahsis buyur, dedi. Bunun üzerine Resül-i Ekremin: “Bu ne iyi ve ne kadar karlı bir maldır. Ben bunu akrabanıza tahsis etmeni münasip gördüm, dediğini işittim.”
Ebu Talha da: Öyle yapayım Ya Resülallah dedi ve bahçeyi akrabaları ve amca çocukları arasında taksim etti.[5]

Kudsi bir hadiste Ebu Hureyre (r.a)den rivayete göre, Resülullah (s.a.v) buyurdu ki:
“Allah Teala şöyle buyurdu: “Ey Adem oğlu! Malını Allah yolunda harca ki, bende sana harcayayım.”[6]

Başka bir kudsi hadiste de  Enes b. Malik’den (r.a) rivayet edildiğine göre Resülullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur.
“Allah (c.c) yeryüzünü yarattığı zaman, yeryüzü sallanmaya başladı. Bunun üzerine dağları yarattı ve yer yüzüne yerleştirdi, yeryüzü istikrara kavuştu. Nitekim dağ konusunda cenabı Allah ayeti kerimede şöyle buyurmaktadır.
“Yeryüzü sizi sarsmasın diye, oraya sabit dağlar yerleştirdi.”[7]
 
Melekler, dağların şiddeti karşısında şaşırıp kaldılar. “Ey Rabbimiz! Yarattıklarının arasında dağlardan daha kuvvetli olan var mıdır? dediler.
Allah Teala: “Evet demir vardır dedi. Demir hakkında da.”
“Biz demiri indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır.” [8]
Melekler: Ey Rabbimiz! Yarattıklarının arasında, demirden daha kuvvetli olan var mıdır? Deyince, Allah Teala:
“Evet ateş vardır buyurdu.” Melekler: Ey Rabbimiz! Yarattıkların arasında ateşten daha kuvvetli olan var mıdır? dediler. Allah Teala:
Evet su vardır buyurdu.” Su hakkında da Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
“Biz her şeyi sudan yarattık.”
Melekler: Ey Rabbimiz! Yarattıkların arasında sudan daha kuvvetli olan var mıdır? Allah Teala:
“Evet rüzgar vardır.” Ey Rabbimiz! Yarattıkların arasında rüzgardan daha kuvvetli olan var mıdır? Allah Teala:
“Evet vardır. Sağ eliyle sadaka verdiğinde, sol elinden gizleyen insan oğlu vardır,” buyurdu.
 
Hadisi kudsi de, bir elinin verdiğini diğerlerinden gizleyen Müslümanların bu maddelerden daha kuvvetli olduğunu ve insan oğlunun nefis ve şeytan gibi manevi güçleri yenerek, sırf Allah rızası için harcamasının kuvvetli bir iman gereği olduğuna işaret edilmektedir.

Yine kudsi bir hadiste  Busr bin Cehhaş (r.a) den rivayet edilmiştir. Resülullah (s.a.v) elinin ayasına tükürdü de, sonra şehadet parmağını üzerine dokundurarak dedi ki: “Allah Teala şöyle buyuruyor: “Adem oğlu beni aciz bırakacağını mı zannediyor? Oysa ben seni şuna benzer bir şeyden yarattım”
Resülullah (s.a.v) ruhun buraya (boğazını gösterdi) ulaşınca:
“Sadaka vereceğim dersin. Sadaka verecek zaman mı kaldı? buyurdu.

Efendimiz (s.a.v) Ebu Hüreyre’ye Ya Eba Hureyre! “Mü’minlerin büyüğü, benden sonra o kimsedir ki, Allah’u Teala ona mal verir. Oda gizli ve aşikare hak yoluna infak eder ve yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmaz.

Abdullah b. Mes’ud’den (r.a) rivayete göre, Resül-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur. “Hanginiz var ki, varisinin malı ona kendi malından daha sevgili olsun.” buyurdukları zaman Ashab-ı Kiram (r.anhum) “Ya Resülullah! İçimizde hiç kimse yoktur ki, kendi malı başkasınınkinden daha sevimli olmasın” dediler. Bunun üzerine Resülullah (s.a.v) Efendimiz buyurdular ki: “Önce gönderdiği kendisinin malıdır. Geriye bıraktığı da varisinindir.”[9]

Adiyy b. Hatim’den (r.a) rivayet edildiğine göre Resülullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur.
“Yarım hurma tasadduk etmek suretiyle de olsa, cehennemden korunmaya çalışınız.”[10] (Yani, az veya çok iyi amellerinizi Cehennem’e karşı siper yapınız.)

  Başka bir hadisi şerifinde de Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur.
“Allah ancak temiz olanı kabul eder. Bir kimse helal kazancından bir hurma miktarı tasadduk ederse, Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu sizden birinizin tayını (At yavrusu) büyüttüğü gibi ihtimamla sadaka sahibi için büyütür, hatta dağ gibi olur.”[11]

Ebu Hureyre’den (r.a) rivayete göre, Resül-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur.
“İnsanların geçirdiği her sabah, iki melek iner. Birisi: Ya Rab! İnfak edenin malına halef ver  (Yani yerini doldur) der. Diğeri de: İmsak edenin malını telef et, der.”[12]

 Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur.
“Bir insan öldüğünde amel defteri kapanır. Yalnız sadaka-i cariyesi, ilmi bir eseri, kendisine dua eden hayırlı bir evladı olan kimsenin amel defteri kapanmaz.”[13]

 Bir benzetme yapacak olursak
“Kiralık evlerde oturmakta olan kiracıların ev taşırken bütün eşyasını beraberinde götürüp ,sevdiği mallarından hiçbir şeyi bırakmayacağı herkesçe bilindiği halde, her şeye muhtaç olan kabir evine gidenlerin sevgili eşyalarından kısmen olsun bir şey beraberinde götürmemeleri gerçekten hayret ve dehşet verici bir durumdur.
 
[1] Hadid / 10.
[2] Bakara / 261.
[3] En’am / 160.
[4] Ali İmran / 92.
[5] Buhari; Müslim.
[6] Buhari.
[7] Nahl /15.
[8] Hadid / 25
[9] Buhari ; Müslim.
[10] Buhari; Müslim.
[11] Buhari.
[12] Buhari; Müslim.
[13] Müslim.

Hizmet Nedir ve Nasıl Olmalıdır?

Ayet-i Kerime de Cenab-ı Hakk (c.c) şöyle buyurmaktadır.
“Şüphesiz Allah kendi dinine yardım edene yardım edecektir.”[1]
“Kim ki ona yani peygambere Allah’ın dünya ve ahirette kesinlikle yardım etmeyeceğini zannediyorsa hemen yukarıya bir ip uzatsın, sonra kendini boğup nefesini keserek intihar etsin de baksın bu hilesi, kin beslediği şeyi kesin giderecek mi?”[2]

 Resülullah Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki: “Muhammed’in nefsini elinde bulunduran Allah’a yemin olsun; eğer isterseniz bu hususta yemin de edebilirim. Hiç şüphesiz, Allah’u Teala’nın en sevgili kulları; Allah’ı kullarına, kullarını da Allah’a sevdiren, yeryüzünde hayır ve nasihat için dolaşandır.” [3]

Resülullah Efendimiz’in (s.a.v) zikrettiği bu durum, mürşitlik ve Allah’u Teala’ya davet rütbesidir. Çünkü mürşit, gerçek olarak Allah’ı kullarına, kulları da Allah’a sevdirmektedir. Mürşitlik rütbesi; sofilerin yolunda, rütbelerin en yükseği ve Allah’a davette peygamber vekilliğidir.

Mürşidin, kulları Allah’a sevdirmesi şöyle olmaktadır:
Hiç şüphesiz, Mürşid-i kâmil, müridi Hz. Resülullah Efendimizin (s.a.v) yoluna uymaya sevk etmektedir. Kim Hz. Peygamber’e (s.a.v) güzel bir şekilde uyarsa; Allah Teala onu sever. Çünkü O, şöyle buyurmuştur:
“Resulüm onlara de ki: Eğer siz gerçekten, Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki; Allah da sizi sevsin.”[4]
Mürşidin Allah’ı kullarına sevdirmesi de şöyle olmaktadır:

Mürşit, müridi manevi kötülük ve kirlerden temizleme yoluna sevk edip terbiye etmektedir. Nefis, çirkin sıfat ve huylardan temizlenince, kalp aynası parlar, içinde ilahi azamet nurları ışık verir ve tevhidin güzelliği ortaya çıkar. Bu durumlarda kul, Rabbini sever. İşte bu, nefsi tezkiye ve terbiyenin bir neticesidir. Buna işaret olarak, Allah Teala şöyle buyurmuştur:

 “Şüphesiz nefsini (küfür ve isyandan) temizleyen, kurtulmuş (saadeti bulmuş) tur.”[5]

Allah Teala Hz. Davud’a (a.s) şöyle vahy etmiştir. “Ya Davud! Beni talep eden (benim rızamın peşine düşen) birisini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol.”

Hizmet, sırf sevap almak için yapılan nafile ibadetten üstündür. Ancak, kulun Allah Teala ile beraber olma halini korumak ve bunu devam ettirmek için yaptığı nafileler bunun dışındadır.

Hizmetin nafile ibadetlerden üstün olduğunu Ebu Zur’a kanalıyla Enes b. Malik’den (r.a) rivayet edilen şu hadisi şerif ortaya koymaktadır. Enes (r.a) demiştir ki: Resülullah (s.a.v) ile bir yolculuktaydık. Bazılarımız oruçlu, bir kısmımızda oruçsuzdu. Sıcağın oldukça şiddetli olduğu bir günde konaklamak için bir yere indik. Bazılarımız eliyle güneşten korunmaya çalışıyordu. En fazla gölgeye sahip olanlar, kendilerini gölgeleyecek fazla elbiseye sahip bulunanlardı. Oruçlular uyudular. Oruç tutmayanlar ise, kalkıp çadırları kurdular ve hayvanları suladılar. Bunu gören Resülullah (s.a.v): “Bugün, oruç tutmayanlar bütün sevabı alıp götürdüler.” buyurdu. 

Bu hizmet ya beden veya mal ile olur. Beden ile hizmet odur ki, Mürşid’e hizmet Rasûlüllah (s.a.v) ve belki Allah Celle ve A’lâ’ya râcî olduğuna itikad edip, o hizmeti kendisine Cenâb-ı Hak’tan bir nimet bilmeli ve bu tevfîka mazhar ve o hizmete muhtas kılındığına memnun ve müteşekkir olmalı! Kalbinde bu hizmetten naşi Mürşidine, “Ben sana şöyle hizmet ediyorum!” diye imtinân etmemeli, yani söylememelidir. Çünkü bu başa kakmak gibidir ve zehirdir, ecrini zayi eder; bunu bilmeli ve inanmalıdır.

Kendisini Mürşidin hizmetine lâyık görmeye… Memur olduğu hizmetten nefsini aciz ve noksan bile. Şeyhin muhtaç olduğu mesàlihi ve işleri, söylemesine hacet bırakmadan ve hatırına gelmeden yapıvermeğe gayret ve sa’y etmelidir. Zira bu suretle şeyhini rahatlandırmış olacağından, mükâfatı da o nispette çok olur. Şeyhinin gönlünü fethetmeğe sebep olur ve belki müridin (hadimin) Mürşidinin kalbinin ortasında yer almasına mucip olur. Bu suretle de Mürşidin batını müridin kalbine aksedip, feyizde ziyade devam hâsıl olur. Mürşidin hizmetini gayet sürur ve sevinçle eda etmelidir.

Gavs-ı Bilvanisi (k.s) anlatıyor: Şah-ı Hazne’nin (k.s) dergâhın da, hizmet ederken bir emir geldi. Bütün sofiler pamuk çırpısı toplasın! Ben niyet ettim; Ya Rabbi inşallah bende sofilerden sayılırım. Bu niyet ve düşünceyle bende sofilerin içerisinde gittim. Ertesi gün tekrar emir geldi. Hocalar çırpı toplamaya gitsin. Ben aynı niyetle “Hocalardan sayılırız inşallah” diyerek gittim. Başka bir günde talebeler çırpı toplasın diye emir geldi. Ben yine aynı niyet ile gittim. Yine başka bir günde “Köy halkı çırpı toplamaya gitsin dendi. Ben inşallah Şah-ı Hazne’nin (k.s) köy halkından sayılırım diye gittim. Bu çalışmalardan sonra parmağım yara olmuştu. Şiddetli acı duyuyordum. O akşam bir kilim bir de hasır alıp, sofilerin ayak ucuna yattım. Biraz sonra bir sofi gelip, kilimi üzerimden aldı. Şah-ı Hazne’nin sofisidir, benden daha çok ihtiyacı vardır” deyip uyumaya çalıştım. Parmağımdaki acıdan uyuyamıyordum.

Bir zaman sonra bir sofi daha geldi, hasırı almaya çalışıyordu, bende Şah-ı Hazne’nin (k.s) sofisidir daha fazla ihtiyacı vardır düşüncesiyle kendimi uyuyormuş gibi yapıp, vücudumu döndürdüm. O da hasırı hemen çekip aldı. Kuru bir zemin üzerinde ben bu kapıya layık değilim, deyip üzüntülü bir şekilde sabahı ettim.”[6]

Mürid en çok nisbeti hizmetten alır. Hizmetten alınan feyiz ve kemalat daha tesirli ve uzun sürelidir. “Nasıl ki arpa yiyen hayvanın semizliği yeni kesilse dahi bir müddet devam eder. Ama bahar otuyla beslenen çabuk çöker. Hizmetten hâsıl olan nisbet kolay kolay kaybolmaz. Başka şeylerden doğan nisbet ise nefsin küçük bir kusuruyla kaybolur.” [7]

Ehlullah’ın her biri Allah’tan (c.c) aldıkları işaretle hizmetlerini yaparlar. Bunların bir kısmı şerefli nefislerini ve aziz vakitlerini mümkün olduğu şekilde hizmete vakıf etmişlerdir. Yaptıkları hizmette hizmetler ve hizmeti yapılanlar arasında fark gözetmezler. Hatta akıl ve konuşmadan mahrum hayvanlara dahi hizmet ederlerdi
[1] Hac / 40.
[2] Hac / 15.
[3] Beyhaki.
[4] Al-i İmran / 31.
[5] Şems / 91
[6] Gavsi Bilvanisi hayatı s / 35
[7] Minah / 28

Rüyada Dabbe’tül Arz’ı Görmek

DABBE’TÜLARZ: Rüyada kıyametin büyük alametlerinden biri olan Dabbe’tül Arz’ı görmek, hakkı emredip kötülükten sakındırmaya, inananların galibiyetine, inkârcıların helakine işaret eder.

Herşeye rağmen rüya ile amel etmek doğru değildir sonuçta bir rüyadır, fazlaca anlam yüklemek ve hayatımızı yaşantımızı ona göre tahsis etmek doğru değildir bu konuda dikkatli olmak gerekir.

Rüya görmenin çeşitli sebepleri vardır gün içerisinde kafamıza takılanlar rüyamız olabilir çok müşkil olduğumuz bir olay rüyamıza girebilir. ancak bu şekilde de olsa hak rüyalar vardır, bunu bilmek zordur ancak, rüyalarımızı herkese anlatmamalıyız, en güzel rüya tabiri güneş doğmadan ve sabah namazının ardından tabir ettirilmesi güzel olanıdır.

Unutmayın hayat gerçektir, rüya uyanınca biter, en başta dediğimiz gibi rüya ile amel edilmez.

Cemaat ve Kardeşlik

“Hepiniz toptan Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın.”[1]
 
 “O gün muttakilerin dışında bütün dostlar birbirinin düşmanı olur.”[2]
 
Bu ayetteki muttakilerin durumu anlatılırken denilmiştir ki:
Allah için birbirini seven iki kardeşten birisine: Cennete gir denilir, bunun üzerine o, kardeşinin makamını sorar. Eğer onun aşağısında ise, kendisine verilen makamın benzeri ona da verilinceye kadar cennete girmez. Eğer kendisine: O senin gibi amel etmedi denilirse; o, ben kardeşim ve kendim için amel ettim, der. Bunun üzerine kardeşi için istemiş olduğu bütün şeyler verilir ve kardeşi de onun makamına yükseltilir.

Eğer Allah’u Teala, iki arkadaşa (ilahi rıza için olmayan) beraberliklerinden dolayı, bir şer yolu açarsa, bu dostluk, Cehennem kapılarından bir kapı demektir. Bu hususa işaret eden ayeti kerimede şöyle buyrulmuştur:[3]
“Zalimlerden her biri (pişmanlığından) o gün iki elini ısırarak: Ne olurdu keşke bende o peygamberle birlikte bir kurtuluş yolu edineydim. Yazıklar olsun bana! Keşke (beni sapıtan) falanı dost edinmeseydim der.”[4]
 
 “Müminler ancak kardeştirler; Onun için iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, rahmete erdirilesiniz.”[5]
 
Nitekim sahabelerden Enes (r.a) der ki:
“Bir gün Peygamberimiz ile birlikte otururken bir ara azı dişleri görünecek şekilde güldüğünü gördük. Hz. Ömer Ya Resülallah anam-babam sana feda olsun, neye güldün? diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.v) şu cevabı verdi.
“Ümmetimden iki kişi Allah’ın huzurunda diz çöktü, biri  Ya Rabbi, bu kardeşimden hakkımı al dedi. Allah da ötekine kardeşinin hakkını kendisine ver diye buyurdu. Verecekli adam hiç iyi bir amelim kalmadı dedi. Bunun üzerine Allah alacaklıya ne yapacaksın, arkadaşının sana verecek hiç  bir iyi  ameli kalmadı diye buyurdu. Alacaklı o halde hakkım kadar günahımı üzerine alsın dedi. Böyle derken Peygamberimiz yaşlı gözlerle o gün öyle yaman bir gündür ki, her bir kimse günahını sırtına yükleyeceği birini arar diye buyurdu.” Ve sözlerine şöyle devam etti.
 
 Bu arada Allah alacaklı tarafa “kaldır başını da cennet bahçelerine bak” diye buyurdu. Adam başını kaldırarak “Ya Rabbi, altından bir takım yüksek evler ile incilerle bezenmiş şehirler görüyorum. “Bunlar acaba hangi peygambere,  veya hangi sıddıka yahut hangi şehide ayrıldı” dedi.
 -Yüce Allah “Bu gördüğün ev ve köşkler bana bedelini ödeyenlere verilecek” diye buyurdu. Alacaklı adam “Ya Rabbi, onların bedelini sana kim ödeyebilir” dedi. Allah (c.c), “Sen verebilirsin” diye buyurdu. Adam nedir o bedel diye sordu.
 Allah, “Arkadaşına hakkını bağışlaman” diye buyurdu. Bunun üzerine alacaklı adam ya Rabbi ona hakkımı bağışladım dedi. Allah da alacaklıya ” O halde onun elinden tut ve onu cennete götür” diye buyurdu.
Sonra Peygamberimiz (s.a.v) bize dönerek:
“Allah’tan korkun ve aranızda doğan anlaşmazlıkları barışçı yollardan halledin. Görüyorsunuz ki, Allah müminlerin arasını bulmaktadır.” [6] buyurdu.

Resülullah (s.a.v) buyurmuştur ki:
“İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Bunlardan bir gurup hariç, diğerleri ateşte olacaktır.” Kendisine:
“Bu kurtulacak fırka kimlerdir, ya Resülallah?” diye sorulduğunda, Resülullah (s.a.v): (Kur’an ve sünnet üzere giden) “Cemaattır”   buyurdu.[7]
Resülullah (s.a.v) Efendimizin beyan buyurduğu, fırka-i naciye’yi diğerlerinden ayırt eden delil şudur: “Onlar, ben ve ashabımın üzerinde olduğu hal üzere olanlardır.” Şeriat sahibi Resülullah (s.a.v) Efendimiz, kendisini anlatması yeterli iken, ashabını zikretmesi, bu mahalde şu manayadır. “Benim yolum, ashabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, onların yoluna tabi olmaya bağlıdır. İşte, Resülullah (s.a.v) Efendimiz, bunu ilan etmektedir.[8]

Peygamberimiz (s.a.v) buyurmuştur ki:
“Kim (Kur’an ve sünnet üzere giden) cemaattan bir karış ayrılırsa;
boynundan islam bağını çıkarmış olur.[9]

 Peygamberimiz (s.a.v) buyurmuştur ki:
“Şeytan insanın kurdudur. Kenarda köşede kalmış, sürüden ayrılmış koyunu kurt yakaladığı gibi, şeytanda cemaatten ayrılanları yakalar. Sakın cemaatten ayrılmayınız.”

 Resülullah (s.a.v) buyurmuştur ki:
“Sizin cemaat halinde olmanız gerekir. Ayrılıktan, tek başına kalmaktan sakının. Şüphesiz şeytan, tek kalanla beraberdir, iki (hayır ehli) kişiden ise pek çok uzakta durur. Kim iman selameti ile ölüp cennetin tam ortasında olmak istiyorsa, cemaate yapışsın. Kimi iyilikleri sevindiriyor, kötülükleri üzüyorsa o, gerçek bir mümindir.”[10]

Resülullah  (s.a.v) buyurmuştur ki:
“Şüphesiz Allah’u Teala, ümmetimi sapık fikir üzerinde bir araya getirmez. Allah’ın eli (rahmet ve desteği) cemaatle birliktedir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe gider.”[11]

Ben kendi başıma, yalnızca dinimi ve imanımı koruyabilirim demek tehlikelidir. Kendi başına kalmak isteyen fertlerin, iman ve islam üzere hüsn-i hatime (iyi sonuç) ile ahirete gidebilmesi şüpheli olur. Şu halde Allah yolunda birlik ve cemaat halinde olmak her mükellefin üzerine farzdır.

Bütün alemlere rahmet olarak gönderilmiş Hz. Resülullah (s.a.v)  “İnsanların en hayırlısı; insanlara en faydalı olanıdır.”[12] buyurarak; hayır aşıklarını insanların arasına girmeye ve hizmete teşvik etmiştir.

Resülullah (s.a.v) buyurmuştur ki:
“Kim güzel bir abdest alıp mescitlerden birine cemaatle namaz kılmak için gidenin Allah’u Teala her adımına bir sevap yazar, her adımına amel defterinden bir günahını siler ve cennette onu bir derece yükseltir.”

Dünyada Allah’u Tealanın sevdikleriyle beraber bulunmak ve cemaatle namaz kılmaktan daha lezzetli bir şey kalmadı.[13]

Abdullah b. Avn buyurmuştur ki:
Ey kardeşim sizin için üç şeyi seviyorum:
1) Kur’an-ı Kerimi gece gündüz okumanızı.
2) Cemaate, ilim meclisine devam etmenizi.
3) Kötü işlere mani (engel) olmanızı.

“İyilik ve takva üzere yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.”[14]
 
-Ebu Hureyre’nin Peygamber’den rivayetine göre Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
 “Bir kimse bir müminin dünya üzüntülerini giderip ferahlandırırsa, Allah’ta Kıyamet gününün üzüntülerinden birini giderir.
Her kim dar olan borçluya kolaylık gösterirse, Allah’ta dünya ve Ahiret’te ona kolaylık gösterir.
Her kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah’ta dünya ve Ahiret’te onun ayıbını örter.”
Bir kul (din) kardeşine yardımda bulundukça, Allah’ta ona yardım eder.
Bir kimse ilim tahsili için yola çıkarsa, bu yüzden Allah ona cennet yolunu kolaylaştırır.
Herhangi bir topluluk (cemaat) bir yerde toplanıp Kur’an okur ve aralarında müzakere (sohbet) ederlerse, onların üzerine sükunet (kalp huzuru) nazil olup onları rahmet kaplar, melekler onları kuşatır, Cenabı hak da onları, nezdinde olan melekler ve peygamberlere zikreder.
Ameli kendisini geride bırakan kimseyi, nesebi ileri götüremez.”[15]

 Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki:
“Kim Müslüman kardeşinin hacetine koşarsa işi görsün, görmesin. Allah onun geçmiş, gelecek bütün günahlarını af eder ve kendisine iki berat yazar. Biri cehennemden, öbürüde münafıklıktan kurtulmak içindir.”

 Yine Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki:
“Müslüman kardeşinin hacetini görmeye koşan kimseye, Allah adım başına yetmiş sevap yazar ve yetmiş günahını siler. Eğer kardeşinin işi onun vasıtası ile görülürse anasından doğduğu gün gibi bütün günahlarından sıyrılır. Eğer bu arada ölürse hesapsız cennete girer.”[16]

Kardeşliği bozan hususlar:

Gıybetini yapmak, suizan da bulunmak. onunla alay etmek, casusluk yapmak, ayıbını araştırmak ve kötü lakap takmak.
Bir hadisi şerifte buyrulmuştur ki:
“Birbirinizle kinleşmeyiniz, hasetleşmeyiniz, birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz.”[17] 
Başka bir hadiste de: “Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiğini, mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz.”[18]
   
[1] Ali imran 103.
[2] Zuhruf  67.
[3] Gerçek tasavvuf  557.
[4] Furkan  27-29.
[5] Hucurat  10.
[6][6] Kalplerin keşfi   245-246.
[7] Ahmed. Müsned.
[8] Mektubati Rabbani c.1.  s. 230.
[9] Ahmed b.Hanbel.  müsned.
[10] Tirmizi.
[11] Tirmizi.
[12] Tabarani
[13] Cakir el-Kürdi.
[14] Maide / 2
[15] R.Salihin no:243. Cild. 1. Müslim.
[16] K.Keşfi.  s.395.396.
[17] Buhari.
[18] Buhari.

Hilim ve Rıfk

Hz. Aişe (r.anha) Resülullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti:

“Allah (c.c) (yarattıklarına karşı) şefkatlidir. Bütün işlerde yumuşak davranmayı sever.”[1]

  Abdullah oğlu Cerir (r.a) Resülullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu  rivayet etti. “Şüphesiz Allah (c.c) yumuşak başlı (uysal) kimseye verdiği mükafatı katı olanlara vermez. Allah sevdiği kuluna yumuşaklık ve uysallık verir. Uysallıktan mahrum olan ev halkı, bütün hayırlardan yoksun kalır.”[2]

  Hz. Aişe  (r.anha) Resülullah’ın (s.a.v) kendisine şöyle söylediği rivayet etti. “Ey Aişe! Yumuşak ol. Çünkü Allah (c.c) bir aileye hayır diledi mi, onlara uysallık ihsan eder.”[3]

  Cabir (r.a) Resülullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti.

“Şu üç vasıf  kimde olursa, Allah (c.c) onu hıfzı himayesine alır ve onu cennetine koyar. Zayıflara yumuşak davranmak, ana ve babaya şefkatli olmak, idaresindekilere iyi davranmak.”[4]

  Ebu Hureyre (r.a) anlatır; bedevinin biri mescide bevletti, bunun üzerine cemaat kalkıp onu cezalandırmak isteyince Resülullah (s.a.v):

“Onu bırakınız, oraya bir kova su dökün. Siz zorlaştırıcı olarak değil kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz.”[5] dedi.

 Enes (r.a) Resülullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti.

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz.”[6]

 Gelen rivayette Hz. Aişe (r.anha) şöyle anlattı.

Bir Yahudi cemaati Resülullah’ın (s.a.v) yanına gelmek için izin istedi. Geldiler: Essamu aleykum (ölüm size) dediler. Resülullah (s.a.v) şöyle karşıladı. “Ve aleykum” Ama Hz. Aişe (r.anha) onlara şöyle dedi. “Ve aleykümüssam, vela’netühü” (ölüm de size, Allah’ın laneti de) bunun üzerine Resülullah (s.a.v) şöyle buyurdu.

“Ya Aişe, Allah Teala bütün işlerde yumuşak  muameleyi sever.”

Hz. Aişe (r.anah) Ya Resülallah dediklerini duymuyor musun? deyince, şöyle buyurdu: “Ve Aleykum (size olsun) dedim.”

 Hz. Aişe (r.anha) Resülullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu anlattı:

“Ya Aişe, Allah Teala bir kimseye rıfktan yana nasibini verirse, şüphesiz ona dünyanın ve ahiretin hayrını vermiş olur.

 Bir kimseyi de rıfktan yana nasipsiz kılarsa, dünyanın ve ahiretin hayrından yana mahrum eder.”

  Said b. Müseyyeb (r.a) Resülullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu anlattı:

“İmandan sonra aklın başı şunlardı;: insanlarla meşveret, insanları sevmek. Bir kimse danışarak iş yaparsa, helak olmaz. Kendi görüşü ile yetinen mesut olamaz. Allah Teala bir kimseyi helak etmeyi dilediği zaman, önce onun reyini ifsat eder. Dünyada iyilik ehli olan, ahirette de iyilik ehlidir. Dünyada kötülük ehli olan, ahirette de kötülük ehli olur.”

  Yine Hz. Aişe (r.a) şöyle anlattı: “Bir deve üzerindeydim. Huysuzluğu tutmuştu. Dövmeye yeltendim, Resülullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Ya Aişe, sana yumuşak muamele yaraşır. Yumuşak muamele bir kimsede olursa, onu süsler. Olmadığı takdirde de ayıplanır.”

Bilmiş ol ki; hilim, yaratılıştaki yumuşaklık, hiddetlendikten sonra hiddeti yenmekten daha makbul bir huydur. Çünkü hiddeti yenmek, yumuşaklığa gayret göstermektir. Nitekim Resül-i Ekrem (s.a.v):

“İlim, öğrenmekle, zorluk çekmekle, hilim de ahlakı güzellerştirmek ile gayret sarf etmekle mümkündür. Hayrı tercih edene hayır verildiği gibi, kötülükten sakınan da korunur.” buyurmuştur.

 Ebu Hüreyre’nin (r.a) rivayetinde Resül-i Ekrem (s.a.v):

“İlim tahsil edin, ilmin yanında ağırbaşlılık ve yumuşak huylu olmağı da öğrenin. Talebeleriniz, muallim ve hocalarınıza karşı yumuşak davranın. Cehaleti hilmine galebe çalan zalim alimlerden olmayın.” buyurmuştur.

 Resül-i Ekrem (s.a.v) umumiyetle şöyle dua ederdi:

“Allah’ım beni ilimle zenginleştir, hilim ile süsle, takva ile ikram et, sıhhat ve afiyetle güzelleştir.”

  Adamın biri Resül-i Erkeme (s.a.v), benim bir takım akrabalarım var, ben onlara giderim onlar bana gelmezler, ben onlara ikram ederim, onlar bana ikram etmezler, ben iyilik ederim onlar durmadan kötülük ederler, deyince, Resül-i Ekrem:

“senin dediğin gibi ise güya sen onlara sıcak kül yediriyorsun. Sen bu hale devam ettiğin müddetçe, Allah Teala da senin yardımcındır.” buyurdu.

Adamın biride “Ya Rab, benim kimseye verecek bir şeyim yok, yani hayır yapacak şekilde değilim. Kim benim aleyhimde bir şey konuşursa, ben ona hakkımı bağışladım, ona bir sadakam olsun.” demiştir. Allah Teala onun affedileceğini peygambere haber verdi.

 Yine Resül-i Ekrem (s.a.v):

“Ebu damdam gibi olmaktan aciz misiniz? buyurdu. dinleyenler: Ebu Damdam kimdir ve meziyeti nedir? dediler. Bunun üzerine Resül-i Ekrem:

“Sizden evvel geçmiş bir insandır. O, sabahleyin kalkınca “Allah’ım, bugün benim aleyhimde konuşup bana zulmedenlere hakkımı tasadduk ettim.” derdi, buyurdu.

Diğer bir hadisinde de Resül-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Allahu Teala kıyamet günü insanları mahşer yerinde topladığı zaman, bir dellal (çağrıcı), Fazilet sahipleri nerede? diye çağırır. Az kimseler kalkar ve süratle cennete giderler. Melekler bunları karşılar ve, Nedir bu süratle geliş? diye sorarlar. Onlar; Biz fazilet sahibi kimseleriz, derler. Melekler: faziletiniz nedir? diye sorduklarında, onlar, zulme uğradığımız zaman sabrederdik, kötülüğü bağışlardık, cahilane hareketleri de yumuşaklık ve hilim ile karşılardık, derler. Bunun üzerine melekler; girin cennete amel edenlerin ecri ne güzeldir” derler.

[1] Buhari ve müslim

[2] Taberani

[3] Ahmed b. hanbel

[4] tirmizi

[5] Buhari

[6] Buhari ve Müslim

Rüyada haber almak

HABER: Rüyada haber almak veya haber verdiğini görmek, mutluluğa işarettir.
Rüyada kötü bir haber almak ikaz olunmaya işarettir.
Rabbinin kendisine olan nimetlerinden bahsettiğini görmek, Allah’ın rızasına işarettir.
Söylenmeyecek bir şeyi haber verdiğini görmek, ihanete ve layık olmayanlara ilim öğretmeye, malı israf etmeye işarettir.

HABERDAR OLMAK: Rüyada gizli olan bir şeyden haberdar olmak; ilim ehli için gizli ilme,
hazine bulmaya, toprak altında bulunan değerli madenleri ortaya çıkarmaya işarettir.

HABERLEŞMEK: Rüyada iki şahıs arasında elçilik yaptığını görmek, makam yüceliğine işarettir.
Haber getirip götürmek yücelmeye, uzun ömre ve bol rızka işarettir.
Savaşan tarafların haberleşmesine şahit olmak fitnenin yatışmasına, mazlumun galibiyetine işarettir.
Herşeye rağmen rüya ile amel etmek doğru değildir sonuçta bir rüyadır, fazlaca anlam yüklemek ve hayatımızı yaşantımızı ona göre tahsis etmek doğru değildir bu konuda dikkatli olmak gerekir.

Rüya görmenin çeşitli sebepleri vardır gün içerisinde kafamıza takılanlar rüyamız olabilir çok müşkil olduğumuz bir olay rüyamıza girebilir. ancak bu şekilde de olsa hak rüyalar vardır, bunu bilmek zordur ancak, rüyalarımızı herkese anlatmamalıyız, en güzel rüya tabiri güneş doğmadan ve sabah namazının ardından tabir ettirilmesi güzel olanıdır.

Unutmayın hayat gerçektir, rüya uyanınca biter, en başta dediğimiz gibi rüya ile amel edilmez.

Alem Onun Zamanında İrşat Görsün

Gavsî Hizanî (k.s) vefat ederken halifesi Abdurrahman et-Tahî (k.s) çağırttı ve ona şöyle bir vasiyette bulundu: 
“Ben, bu fani diyardan ebedi ikametgâhıma göç etmek üzereyim. Ahmet Berive isminde birine rastlarsan ona selamımı ilet! Bize dua etsin!  Şeyh Abdurrahman et-Tahî (k.s) hayatı boyunca efendisinin bu vasiyetini yerine getirmek için gelen her ziyaretçiyi yakından tanımak istediyse de Ahmet Berive isimli bir zatı bulamadı.

Abdurrahman et-Tahî’nin (k.s) vefatı yaklaştığında, halifesi Fethullah el-Verkanisî’yi (k.s) yanına çağırttı, o emaneti Fethullah el-Verkanisi’ye şu vasiyetle devretti:
“Şeyhimin bana bir vasiyeti vardı. Artık miadımı tamamlıyorum. Takdiri ilahi böyle cereyan ettiği için vasiyeti yerine getiremedim. Bu vasiyet bayrağını sana devrediyorum. Ahmet Berive isimli bir zatı görürsen ona efendimin ve benim selamımı ilet ikimize dua etsin!” dedi.
Fethullah el-Verkanisî (k.s) bu emaneti efendisi gibi yerine getirmek için çok çaba gösterdiyse de, öyle bir zata rastlayamadı. Fethullah el-Verkanisi’nin de vefat anı yaklaştığında halifesi efendisinin oğlu, Muhammed Diyauddin’e (k.s) aynı vasiyeti devretti ve şöyle dedi:
“Ahmet Berive isminde bir zata rastlarsan ona; Gavsî Hizanî’nin, Seyda Tahî’nin ve benimde selamımı ilet ve cümlemize dua etmesini söyle!” dedi.

Muhammed Diyauddin (k.s) Bir gün atının üstünde giderken, oradan geçmekte olan iki gence rastladı. Gençlere selam verdi ve onlarla tanışmak istedi. Gençlerden biri adını söyledi ve sünnet üzere tanıştılar. İkinci genç ise:  “Bende, Ahmet Berive’yim!” dedi. Muhammed Diyauddin (k.s) atından indi ve:  “Uzun zamandır seni arıyoruz!” dedi. Ahmet Berive hayret içinde Muhammed Diyauddin’i (k.s) can kulağıyla dinliyordu. Çünkü böyle bir mübarek kendisini arıyordu. Muhammed Diyauddin (k.s) devamla:
“Ey genç! Gavsî Hizanî’nin, Seyda Tahî’nin, Fethullah Verkanisî’nin sana selamı var. Bu mübarekler senden dua istediler. Bunların yanında Hakka yakarırken duanda bana da yer verir misin!” dedi.

Ahmet Berive:
“O dediğin zatlar ulvî insanlardır, onlara duada bulunmak benim haddime mi düşmüş?!” dedi. Muhammed Diyauddin (k.s):
“Bize düşen bu ulü’l Emr olan büyüklere itaattir. Selamlarını al ve o mübareklere duada bulun.” dedi. Genç:
“Ve aleykümüs-Selam” dedi ve ellerini açtı emir üzere duada bulundu. Bunun üzerine Muhammed Diyauddin (k.s):
—Tut elimi!” dedi ve devam etti:

“Yarabbi! Bütün yapmış olduğum günahlardan ben pişmanım.” diyerek Sadat-ı Nakşibendîye’nin biatini verdi. Onu kendine mürit kabul etti, terbiyesine aldı ve yetiştirdi. Daha sonra Hazret’in halifesi olarak Sadat’ın nisbetini Hazne şehrine taşıdı ve irşada orda devam etti.
Gün geldi Gavsî Bilvanisi Abdûlhâkîm el-hüseynî sadat’ın dergâhında terbiyesini tamamladı. İrşadını, seyrü sülükünü tamamlamak üzere rüyadaki bir işaretle onun Ahmet Berive’nin (Şahı Hazne’nin) kapısına gitti. Çalıştı, gayret etti, yıllarca Türkiye’den Suriye’ye sefer etti. Neticede Gavsî Bilvanisî bu görevi aldı tekrar bu şüheda vatana Türkiye’ye getirdi.
Gavsî Bilvanisî’nin yakınlarından olan bir seyyid, birçok seferinde Gavsî Bilvanisî ile beraber yolculuk yapmıştı. Bir gün bu seyyid Şahı Haznenin ziyaretine gittiğinde. Şahı Hazne’nin huzuruna vardığında, Şahı Hazne:
— Abdülhakim ne yapıyor?” diye sordu. Seyyid, Seyit Abdülhakim ve ailesinden bahsetti. Şahı Hazne,  Seyit Abdülhakim’in çocuklarından haber vermesini söyledi. Gavsî Bilvanisi’nin yakını olan Seyyid:

— Şeyh Abdûlhâkîm’in üç oğlu var. Birinci oğlunun ismi Seyyid Muhammed Nuranî” dedi. Şahı Hazne:
— O Şeyh olur” buyurdu. Seyyid:
— İkinci oğlunun ismi Seyyid Muhammed Raşid” dedi, Şahı Hazne:
— Onun çok büyük cemaati olur” buyurdu. Seyyid:
— Üçüncü oğlunun ismi ise Seyyid Abdûlbakî” dedi, Şahı Hazne:
— Âlem onun zamanında irşadı görsün” dedi…

Evet, Sadatlar; birkaç asır önceden Allah’ın (c.c) kendilerine bahşettiği kerametle (ikramla) Ahmet Berive’ye (Ahmed El-Haznevî’ye) selam söyleyerek onu müjdelemiş, o da Abdülhakim el-hüseyni’nin daha çocuk yaşlardayken üç oğlunu ve kendilerine tabi olacak büyük bir kitleyi işaret ederek, özellikle Gavsis-Sanî Seyyid Abdûlbâkî (k.s) hakkında “Âlem onun zamanında irşadı görsün” ifadeleriyle onun ne kadar büyük bir velayete sahip olacağını haber vermiş ve müjdelemiştir.

Şahı Hazne’nin müjdelediği Gavsis-Sanî Seyyid Abdûlbâkî (k.s), çocuk yaşlardayken hastalığı nedeniyle hastanede yatıyordu. Gavsis-Sanî’yi (k.s) hastanede ziyaretinde bulunan bir sofi anlatıyor:
“Gavsis-Sanî yatakta yatıyor, Abdülhakim el-Hüseynî (k.s), Gavsis-Sanî’nin yanı başında duruyordu. Beni çiçeklerle içeri girdiğimi görünce hoşuna gitti ve dedi ki:

— Sofi sen Seyyid Abdûlbâkî’yi seviyor musun?” Sofi:
— Evet, kurban çok seviyorum.” Şeyh Abdülhakim (k.s) dedi ki:
­— Ah keşke onun zamanına erişebilseydikde ona üç gün müridlik yapabilseydik….”
İşte kardeşler! ‘Ümmeti Muhammed gaflete düşmesin, zamanına yetişirse elinden tutsun, eteğine yapışsın, imanını kurtarsın’ diye Bu mübarekler böyle bir müjde vermişlerdir. Bu mübareklerin irşad metotları Rasulullah (s.a.v) efendimizin irşad metotlarıdır. Bu yüzden bu insanları, Allah Teala kullarına böyle sevdirmektedir. Bu mübareğin daha irşadının altıncı senesinde: “Elhamdülillah sofilerden şu ana kadar vefat edipte imansız giden hiç kimse olmadı” buyurdu.
Bu büyükler, Allah’ın (c.c) rahmet ipidir, günah çukurunda gark olmuş ve bir çıkış ümidi arayanlara hakka veli olmak üzere yapışanı Allah Teala’nın izniyle kurtarırlar…

Bu ahir zamanda fitnelerin kol gezdiği ve gün geçtikçe, aleni ve hayâsızca diretmelerle Allah’ın (c.c) yasak kıldıklarının yaygınlaştığı bu asırda kişinin imanını kurtarması kadar kıymetli bir şey yoktur. Hâlbuki insanların ekseriyeti (çoğu) imanını muhafaza edemiyorlar.
Bu büyükler, tamamen Allah Teala’nın yeryüzündeki rahmet tecellileridir. Çünkü “Allah Teala’nın yeryüzünde yaşayanlar içinde (feyiz ve nur) kapları vardır. Rabbinizin kapları salih kullarının kalpleridir. Bu kalplerin O’na en sevgili olanları, en yumuşak ve en nazik olanlarıdır.”
Bu Rasûlullah’ın (s.a.v) bu gün tecelli eden bir mucizesidir. Çünkü “Âlimlere bir kere bakmak, benim yanımda yıl boyunca gündüz oruç tutup, gece namaz kılarak ibadetle geçirmekten daha sevimlidir.”

Basit bir bez parçası olarak görünen ve aslında bütün insanların tutmak için ellerini uzattığı süt beyazdan olan o iplerin her biri inşaallah günah çukuruna düşmüş her insanı çıkartacak ve ebedi saadete ulaştıracaktır.
“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”[1]
Hadis-i Kudside de şöyle buyrulmaktadır.
“Kul Allah’a farz ibadetlerle ulaştığı kadar hiçbir şeyle ulaşmaz. Kul nafile ibadet eder ve bende onu severim. Ben kimi seversem onun tutan elleri, gören gözleri ve arkasında güç olurum,’

Bir kaç hukuk adamı Gavsis-Sanî  (k.s) ile görüşmek istediler. Gavsis-Sanî onları kabul etti ve içeri girmelerini söyledi. Bir müddet konuşmadan sonra onlardan biri:
—Tövbe etmek şart mıdır, sizin elinizi tutmak şart mıdır? Onsuz olmaz mı?
Gavsis-Sanî (k.s):
“Şart değil ama siz hukuk adamısınız, bir insan mahkemeye düşse, davası olsa, o insan tek başına davasını görmesi mi güzeldir? Yoksa bir avukat tutup avukat marifetiyle kendini savunması mı daha güzeldir?
Hukuk adamları:

— Avukatı olsa daha rahat işini görür. Avukat onu daha güzel müdafaa eder. Gavsis-Sanî (k.s):
“İşte âhiret işi de aynen böyledir. Kim o sadatların elini tutarsa, sekiz şartı yaparsa İlahi noterde bunlara vekâlet vermiş oluyor. Son nefeste ölürken imanla göçme vekâletnamesi, şeytana karşı yardım vekâletnamesi, kabirde sual melekleri gelince yardım vekâletnamesi, mahşerde hesap verirken şefaat vekâletnamesi, sırattan geçerken yardım vekâletnamesi. O vekâletnameyle o zat gelir şeytan kaçar, melekler neden geldin dediğinde Allah Teala:

“Onun vekâleti var, ben kabul ettim, ona karışmayın” der. Gerek son nefeste gerek kabirde gerek mahşerde gerekse sıratta o vekâletnameyle gelirler. Ümmeti Muhammed’e (s.a.v) yardım ederler. Evet, şart değil ama bu kadar da faydası var ne dersiniz” buyurdu. Hukukçular:
­— O vekâletnameyi bizde verelim dediler…

Kim bu zatların izinden giderse Allah’ın izniyle Peygamberimizin ve ashabının izinden gitmiştir.
Bütün Allah dosları ve Mürşid-i kamiller güzeldir, haktır amma Gülizâr başka.  Bu arada söylemişken Gülizâr meselesini de anlatalım:
“Bir padişahın Gülizâr isminde çok güzel bir eşi vardı. Bir gün, herkesin üzerinden gelip geçtiği şu ecel köprüsünden Gülizâr da geçti ve vefat etti. Padişah yaslara büründü, onun sevgisinden perişan oldu. Annesi padişaha:

— Oğlum neden üzülüyorsun sen padişahsın dilediğince istediğin kızı alırsın, senin için ağaların, beylerin kızlarını getireyim, istediğini seç” dedi. Padişah annesinin bu teklifini kabul etti. O civarda ne kadar ağa, bey var ise hepsine haber salındı ve hepsinin kızları geldi. Padişah bütün kızlara baktı hepside güzellerdi. Padişah annesine dönerek:
Anne bütün kızlar güzel ama Gülizâr’ım başkadır başka” demiş.

 
GÖNÜL SULTANIN MUBAREK SÖZLERİ
 
– Vakıf hizmetlerin aslı, tasavvuf çalışmalarıdır.
– Her ne iş yaparsanız yapın, niyetiniz Allah (c.c) rızası için olsun.
– İnşallah kıyamet günü birlik beraberlik içinde oluruz.
– Nefsiniz-i ümmeti Muhammed’in (s.a.v) menfaati için feda edin.
– Eğer siz ahiret için çalışırsanız, dünya da sizin peşinize düşer.
– Adaplara titizlikle uyulmasını sağlayın, sadatlar adapsızlığı kabul etmez.
-Kendinize dünyada iken Ahiret için bir elbise hazırlayın, ahirete çıplak gitmeyin, kefenleri toprak çürütür.
-Dünya size bahtiyarlık sağlamaz, Allah (c.c) huzuruna nurlu yüzle gidelim, karanlık yüzle gitmeyelim.
– Gaflet, bizimle konuşurken bize sırtınızı dönmemenizdir.
– Hizmetteki sadakat, kendi malını telef etmediğin gibi vakfın malına sahip çıkmandır.
– Bir kişinin hidayetine vesile olmanız yedi ceddinize yeter.
– Hizmette olanlar bize dua için gelmesinler, onlara özel dua ediyoruz.
– Allah (c.c) rızasından başkasını kabul etmiyoruz.
– Bu yol Peygamber (s.a.v) yoludur, bu yol sadatı kiramın yoludur.
– Gündüz gece çalışmak gerek çünkü gaye (s.a.v) keyfi gelsin.
– Hep beraber istişare yaparak karar verin.
– Kalbimizi şeytana bırakmayalım, nefse bırakmayalım. Düşman düşmana acımaz.
– Müslümanlıktan gaye İslam-ı yaşamaktır.
– Derslerden fıkıh işlenmelidir, fıkıh bilinmeden ibadet yapılmaz.
– Bu tarikatı aliyyenin gayesi Allah Talanın rızasını almaktır, Allah Talanın emrini yerine getirmektir.
– Sadatlar gözünü ne sağa ne sola diktiler, Allah’ın (c.c) rızasına diktiler kendilerini kerem kapısında buldular, sizde öyle yapın.
– Size iftira eden, hakaret edenler olacaktır. Sevdiğinizin hatırına sabredin.
– Dünya ve ahiret olan her işe niyet etmek farzdır, şarttır.
– Allah (c.c) rızasından başkasını kabul etmiyoruz.
– Doğruluktan ayrılmayın.
– Virdi olmayanın varidatı olmaz.
– Bize gelenler hizmetlerdeki görevleri ile değil, sofi olarak gelsinler.
-Başkan olmak emretmeyi değil, hizmet etmeyi gerektirir. Vakıf bir bakanlık değildir.
– Yeni tövbe alana eskilerden bir kişi bekçi olsun. Bakın kötü yollarda olanlara birisi bir gün onların yanına gitmese onun arkadaşları hemen onu ararlar. İki gün gelmese hemen evine kadar gider sorarlar. Onun için sizlerde Allah (c.c) için böyle yapın.

 Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül,
Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül…
[1] Fetih, 10

Salihlerle beraber olan Salih olur

Allah’u Teala: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadık kullarımla beraber olun.”[1] emriyle, muttaki olmayı sadık dostlarıyla beraber bulunmaya bağlamıştır. Zahirdeki beraberlik insanı: “Kişi sevdiği ile beraberdir.”[2] hadisinin müjdesine ulaştırır. Dünyada Allah dostlarını seven, hayatının sonuna kadar peşlerinden giden ve bu sevgi üzerinde ölen kimse, İnşallah ahirette de onlarla beraber olur. Efendimiz (s.a.v):
“Bir kimse bir topluluğu severse, kıyamet günü onlarla birlikte haşredilir. Onların amelini yapmamış bile olsa (kalbi ve sevgisiyle onlara katıldığı için) beraberce hesaba çekilirler.” buyurmuştur.

Başka bir hadis-i Şeriflerinde de Efendimiz (s.a.v):
“Âlim olunuz, âlim olamazsanız talebe olunuz, talebe de olamazsanız onları dinleyenlerden olunuz bunu da yapamazsanız onları sevenlerden olunuz. Sakın beşincisi (yani onlara buğz edenlerden olmayınız) yoksa helak olursunuz.” buyurmuştur.

Ariflerin nazarları ilaçtır:
Mürşidi kâmili ziyaret etmenin bir diğer faydası onun nazarları altına girmek, kendisiyle aynı meclisi paylaşmak, feyiz ve edebinden nasiplenmek, üzerindeki ilahi nur, heybet ve huşu’ya bakıp Allah’u Teala’yı zikretmektir.

Büyük arif İmam Sühreverdi (k.s) velilerdeki nazarların kalbe nasıl ilaç olduğunu şöyle anlatmıştır.
“Salih ve sadık kimselerle her buluşmada müridin kemalatı artar. Ehlullahın sözleri kadar, nurlu nazarları da fayda verir. “Nazarı sana fayda vermeyenin, sözü de fayda sağlamaz.” denmiştir. Bu sözün manası şudur:
“Bir mürşidi kamil, müritlerine, diliyle anlattığından daha çok, hali ve heybetiyle konuşur. Sadık bir mürid, mürşidinin sukutuna, konuşmasına, halkın içindeki haline, yalnızlıktaki edebine yani bütün hal ve hareketlerine bakarak istifade eder. İşte bu, kâmil bir insanı görmenin kazancıdır.

Resül-i Kibriya Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiramı saadetli nazarları ile terbiye eder, terakkilerine sebep olurlardı. Bazen onları kendi önlerinde yürütür; arkadan nurlu bakışlarıyla nazar ederlerdi. Onlara yakini iman ve üstün mertebe kazandıran en önemli sebep imandan sonra, Hz. Resülullah (s.a.v) Efendimizin nurlu nazarlarıydı. Bu hal, onun gerçek varisi kâmil mürşidlere de verilmiştir. Onlar:
“(Kamil) müminin ferasetinden sakının. Şüphesiz o, Allah’ın nuru ile bakar.”[3] hadis-i şerifiyle övülen kimselerdir.

Ariflere gitmek manevi bir hicrettir:
Bu hicret, bir vatandan diğerine göçmek değil, kötü ahlaktan ve haramlardan vazgeçmek şeklinde olmaktadır. Bizden istenen ve her zaman devam eden hicret budur. Bu hicretin aslı, vatanı değil, kötü sıfatı değiştirmektir. Bunu başaran kimse; gafletten zikre, cehaletten ilme, sertlikten hilme, kabalıktan edebe, tembellikten gayrete, cimrilikten cömertliğe, pintilikten hizmete, kısaca kötülükten iyiliğe koşar.

Ariflere kalbi boş gitmeli fakat boş dönmemelidir:
Kamil mürşitlerin sadece duasını almak için değil, onlarda bulunan güzel ahlakı almak için yanlarına gidilmelidir. Tekkenin çorbası içilip dönülmemelidir. Orada her gün yaşanan ve yapılan edep, zikir, taat, tevazu, hürmet, insan sevgisi, sabır, aff, yumuşaklık, ikram ve hizmet ahlakından az da olsa alınmalıdır. Susuz bir kimsenin denizin kenarına vardığı halde hiç su içmeden ve su testisini doldurmadan geri dönmesi ne kadar acıdır. Veli elinden öpeni değil, izinden gideni sever; kendisine verilmiş olan ilahi nur ve edebin herkes tarafından paylaşılmasını ister. Allah dostları talebelerinden hediye değil, Allah’tan hayâ ve ona dostluk bekler.

 Kıssa:
Osmanlı devrinde yaşamış arif ve meşhur şair Yüce Nabi (rah) 1678 yılında bir kafile ile hac yoluna çıkmıştı. Kafilede devletin ileri gelen paşaları da bulunuyordu. Kafile hicaz bölgesine girince Hz. Peygamberi ziyaret aşkı Nabi’yi iyice sardı. Öyle ki, vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyumadı. Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medine-i Münevvere’ye yaklaştı. Kafile de bulunan Eyüplü Rami Mehmet paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Resül-i Kibriya’nın beldesine girerken arkadaşlarında gördüğü bu manzara Nabiy’e hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı:

Sakın terk-i edepten, küy-i mahbüb-ı Hudadır bu!
 Nazargah-i ilahidir, Makam-ı Mustafadır bu.
 Müraat-ı edep şartıyla gir Nabi bu dergaha,
 Metaf-ı kudsiyadır, büsegah-ı enbiyadır bu.
 
Açıklaması şöyledir:
Edebi terk etmekten sakın! Zira burası Allah’u Tealanın Habibinin beldesidir. Burası, Hakk Teala’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) makamıdır. Ey Nabi, bu dergâha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma. Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.

Bu beyitleri işten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nabi’ye dönerek:
Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye sordu. Yusuf Nabi: Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! dedi. Paşa:
Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti. Nabi sustu, yola devam ettiler. Kafile sabah namazına yakın Hz. Resülullah’ın (s.a.v) mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minarelerinden müezzinler, ezandan önce, Nabi’nin: “Sakın terk-i edepten…” beytiyle başlayan natını okuyorlar. Nabi ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koştular. Nabi, heyecanla:
Allah adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nabi ısrar ve rica etti.

Bunun üzerine müezzin:

Resül-i Kibriya (s.a.v) Efendimiz, bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: “Ümmetimden Nabi isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın.” buyurdu.
Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi. Nabi, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamayıp ağladı. Gözyaşları içinde müezzine tekrar:
“O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nabi mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu. Müezzin: Evet, Nabi dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nabi bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.

Demek anlaşıldı ki:
İman edep istiyor, ilim edeple güzel oluyor. Hakk yolcusu ancak edeple yol alıyor, zikir edeple fayda veriyor, ibadet edeple yapılırsa Allah’a yükseliyor. Bunun için Allah (c.c) dostları talebelerinden her işte edep istiyor, edep bekliyor. Tasavvuf yolunda menzili maksuda varana kadar önümüze tek levha çıkıyor. “Edep yahu edep.”
 
 Edep bir taç imiş, nur-i Huda’dan.
 Giy ol tacı, emin ol her beladan. 
 
 İlim meclisine vardım, eyledim talep.
İlim geride kaldı, illa edep illa edep.[4] 

Rivayete göre İmam Malik (rah)

Medine-i Münevvere de hayvana binmez, ve Resülullah’ın (s.a.v) bulunduğu bir yeri, hayvan üzerinde çiğnemekten haya ederim, derdi.
 
Her mümin önce, ziyaret için gittiği mürşid-i kâmili, Allah ve Resülü’nün bir emaneti olarak görmelidir. Ona karşı yapacağı hürmetin, aslında Allah ve Resülün’e yapılan bir hürmet çeşidi olduğunu bilmelidir.
Herkes, kalbindeki Allah ve Peygamber aşkını, kendisindeki edep ve hürmet anlayışını, velilere karşı tavrıyla ölçebilir. Bir insan, kendi zamanında yaşayan kâmil mürşitlere ve Rabbani âlimlere ne derece hürmet ve edep gösterebiliyorsa onun Hz. Peygambere (s.a.v) karşı yapabileceği hürmet de ancak o kadardır. Bu bir ölçüdür.
[1] Tevbe 119.
[2] Buhari.
[3] Tirmizi.
[4] Yunus Emre