Salihlerle beraber olan Salih olur

Allah’u Teala: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadık kullarımla beraber olun.”[1] emriyle, muttaki olmayı sadık dostlarıyla beraber bulunmaya bağlamıştır. Zahirdeki beraberlik insanı: “Kişi sevdiği ile beraberdir.”[2] hadisinin müjdesine ulaştırır. Dünyada Allah dostlarını seven, hayatının sonuna kadar peşlerinden giden ve bu sevgi üzerinde ölen kimse, İnşallah ahirette de onlarla beraber olur. Efendimiz (s.a.v):
“Bir kimse bir topluluğu severse, kıyamet günü onlarla birlikte haşredilir. Onların amelini yapmamış bile olsa (kalbi ve sevgisiyle onlara katıldığı için) beraberce hesaba çekilirler.” buyurmuştur.

Başka bir hadis-i Şeriflerinde de Efendimiz (s.a.v):
“Âlim olunuz, âlim olamazsanız talebe olunuz, talebe de olamazsanız onları dinleyenlerden olunuz bunu da yapamazsanız onları sevenlerden olunuz. Sakın beşincisi (yani onlara buğz edenlerden olmayınız) yoksa helak olursunuz.” buyurmuştur.

Ariflerin nazarları ilaçtır:
Mürşidi kâmili ziyaret etmenin bir diğer faydası onun nazarları altına girmek, kendisiyle aynı meclisi paylaşmak, feyiz ve edebinden nasiplenmek, üzerindeki ilahi nur, heybet ve huşu’ya bakıp Allah’u Teala’yı zikretmektir.

Büyük arif İmam Sühreverdi (k.s) velilerdeki nazarların kalbe nasıl ilaç olduğunu şöyle anlatmıştır.
“Salih ve sadık kimselerle her buluşmada müridin kemalatı artar. Ehlullahın sözleri kadar, nurlu nazarları da fayda verir. “Nazarı sana fayda vermeyenin, sözü de fayda sağlamaz.” denmiştir. Bu sözün manası şudur:
“Bir mürşidi kamil, müritlerine, diliyle anlattığından daha çok, hali ve heybetiyle konuşur. Sadık bir mürid, mürşidinin sukutuna, konuşmasına, halkın içindeki haline, yalnızlıktaki edebine yani bütün hal ve hareketlerine bakarak istifade eder. İşte bu, kâmil bir insanı görmenin kazancıdır.

Resül-i Kibriya Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiramı saadetli nazarları ile terbiye eder, terakkilerine sebep olurlardı. Bazen onları kendi önlerinde yürütür; arkadan nurlu bakışlarıyla nazar ederlerdi. Onlara yakini iman ve üstün mertebe kazandıran en önemli sebep imandan sonra, Hz. Resülullah (s.a.v) Efendimizin nurlu nazarlarıydı. Bu hal, onun gerçek varisi kâmil mürşidlere de verilmiştir. Onlar:
“(Kamil) müminin ferasetinden sakının. Şüphesiz o, Allah’ın nuru ile bakar.”[3] hadis-i şerifiyle övülen kimselerdir.

Ariflere gitmek manevi bir hicrettir:
Bu hicret, bir vatandan diğerine göçmek değil, kötü ahlaktan ve haramlardan vazgeçmek şeklinde olmaktadır. Bizden istenen ve her zaman devam eden hicret budur. Bu hicretin aslı, vatanı değil, kötü sıfatı değiştirmektir. Bunu başaran kimse; gafletten zikre, cehaletten ilme, sertlikten hilme, kabalıktan edebe, tembellikten gayrete, cimrilikten cömertliğe, pintilikten hizmete, kısaca kötülükten iyiliğe koşar.

Ariflere kalbi boş gitmeli fakat boş dönmemelidir:
Kamil mürşitlerin sadece duasını almak için değil, onlarda bulunan güzel ahlakı almak için yanlarına gidilmelidir. Tekkenin çorbası içilip dönülmemelidir. Orada her gün yaşanan ve yapılan edep, zikir, taat, tevazu, hürmet, insan sevgisi, sabır, aff, yumuşaklık, ikram ve hizmet ahlakından az da olsa alınmalıdır. Susuz bir kimsenin denizin kenarına vardığı halde hiç su içmeden ve su testisini doldurmadan geri dönmesi ne kadar acıdır. Veli elinden öpeni değil, izinden gideni sever; kendisine verilmiş olan ilahi nur ve edebin herkes tarafından paylaşılmasını ister. Allah dostları talebelerinden hediye değil, Allah’tan hayâ ve ona dostluk bekler.

 Kıssa:
Osmanlı devrinde yaşamış arif ve meşhur şair Yüce Nabi (rah) 1678 yılında bir kafile ile hac yoluna çıkmıştı. Kafilede devletin ileri gelen paşaları da bulunuyordu. Kafile hicaz bölgesine girince Hz. Peygamberi ziyaret aşkı Nabi’yi iyice sardı. Öyle ki, vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyumadı. Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medine-i Münevvere’ye yaklaştı. Kafile de bulunan Eyüplü Rami Mehmet paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Resül-i Kibriya’nın beldesine girerken arkadaşlarında gördüğü bu manzara Nabiy’e hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı:

Sakın terk-i edepten, küy-i mahbüb-ı Hudadır bu!
 Nazargah-i ilahidir, Makam-ı Mustafadır bu.
 Müraat-ı edep şartıyla gir Nabi bu dergaha,
 Metaf-ı kudsiyadır, büsegah-ı enbiyadır bu.
 
Açıklaması şöyledir:
Edebi terk etmekten sakın! Zira burası Allah’u Tealanın Habibinin beldesidir. Burası, Hakk Teala’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) makamıdır. Ey Nabi, bu dergâha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma. Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.

Bu beyitleri işten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nabi’ye dönerek:
Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye sordu. Yusuf Nabi: Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! dedi. Paşa:
Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti. Nabi sustu, yola devam ettiler. Kafile sabah namazına yakın Hz. Resülullah’ın (s.a.v) mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minarelerinden müezzinler, ezandan önce, Nabi’nin: “Sakın terk-i edepten…” beytiyle başlayan natını okuyorlar. Nabi ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koştular. Nabi, heyecanla:
Allah adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nabi ısrar ve rica etti.

Bunun üzerine müezzin:

Resül-i Kibriya (s.a.v) Efendimiz, bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: “Ümmetimden Nabi isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın.” buyurdu.
Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi. Nabi, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamayıp ağladı. Gözyaşları içinde müezzine tekrar:
“O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nabi mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu. Müezzin: Evet, Nabi dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nabi bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.

Demek anlaşıldı ki:
İman edep istiyor, ilim edeple güzel oluyor. Hakk yolcusu ancak edeple yol alıyor, zikir edeple fayda veriyor, ibadet edeple yapılırsa Allah’a yükseliyor. Bunun için Allah (c.c) dostları talebelerinden her işte edep istiyor, edep bekliyor. Tasavvuf yolunda menzili maksuda varana kadar önümüze tek levha çıkıyor. “Edep yahu edep.”
 
 Edep bir taç imiş, nur-i Huda’dan.
 Giy ol tacı, emin ol her beladan. 
 
 İlim meclisine vardım, eyledim talep.
İlim geride kaldı, illa edep illa edep.[4] 

Rivayete göre İmam Malik (rah)

Medine-i Münevvere de hayvana binmez, ve Resülullah’ın (s.a.v) bulunduğu bir yeri, hayvan üzerinde çiğnemekten haya ederim, derdi.
 
Her mümin önce, ziyaret için gittiği mürşid-i kâmili, Allah ve Resülü’nün bir emaneti olarak görmelidir. Ona karşı yapacağı hürmetin, aslında Allah ve Resülün’e yapılan bir hürmet çeşidi olduğunu bilmelidir.
Herkes, kalbindeki Allah ve Peygamber aşkını, kendisindeki edep ve hürmet anlayışını, velilere karşı tavrıyla ölçebilir. Bir insan, kendi zamanında yaşayan kâmil mürşitlere ve Rabbani âlimlere ne derece hürmet ve edep gösterebiliyorsa onun Hz. Peygambere (s.a.v) karşı yapabileceği hürmet de ancak o kadardır. Bu bir ölçüdür.
[1] Tevbe 119.
[2] Buhari.
[3] Tirmizi.
[4] Yunus Emre


Senin yorumun bizler için Çok değerli... Lütfen Yorum yapınız.

E-posta hesabınız kaydedilmez.

PHP Code Snippets Powered By : XYZScripts.com