Müridin Mürşidiyle İlgili Dikkat Etmesi Gereken Bazı Edepler

Şeyhi ona bir şey sormadan söz söylememelidir.
Kendi durumunu mürşidine açıkladıktan sonra bir şey istemeden verecek karşılığı beklemelidir. Birisi şeyhine bir şey sorarsa kendisi cevap vermemelidir.

Mürşidinin bulunduğu toplulukta yüksek sesle konuşmamalıdır. Çünkü bu çok kötü bir edepsizliktir. Bize anlatıldığına göre bir gün. İmam Züfer abdest alıyordu, hocası İmam-ı A’zam Ebu Hanife (rah) onun yanından geçti. İmam-ı Züfer ayağa kalkmayarak saygıda kusur etti. Bundan dolayı en üstün öğrenci olacakken derecesi en düşük kaldı.

Mürşidinin hiçbir haline kalben dahi olsa karşı koymamalı ve içinde şüphe belirirse iyiye yormalı; iyiye yoramazsa kusuru kendinde aramalıdır. Musa (a.s) ile Hızır (a.s) arasında geçen olayı düşünmelidir. Çünkü mürşide karşılık vermek çok çirkindir ve bundan ortaya çıkacak perdelenmenin hiçbir ilacı yoktur. Ayrıca tüm feyiz kapıları kapanır.

Mürşidinin çare bulması için olayları ona açıklamalıdır. Çünkü mürşid toktur gibidir; müridin halini öğrendiğinde onun sorununu düzeltmeye ve iyileştirmeye çalışır. Bu nedenle nasıl olsa şeyhim benim durumumu biliyor diye sorununu ona bildirmemek doğru değildir.
Mürşidinin karşısında abdest bozmamalı, tükürmemeli, sümkürmemeli, izinsiz nafile namaz kılmamalı, tespih çekmemeli ve bir şeyle oynamamalıdır.

Mürşidi emretmedikçe baş köşeye oturmamalıdır.
Mümkün olduğu kadar gölgesi şeyhinin elbisesi üzerine veya gölgesine düşmeyecek bir yerde durmaya ve oturmaya dikkat etmelidir. Namaz kıldığı yere ayak basmamalı ve abdest aldığı yerde abdest almamalıdır. Kullandığı seccadesi, yatağı kap ve kaçağı gibi özel eşyalarını kullanmamalıdır.
Karanlık gibi zorunlu haller olmadıkça mürşidinin önünde yürümemelidir.
Mürşidi bir şeyle uğraşırken veya elini tutup yakalayarak, çekerek öpmeye çalışmamalıdır.
Mürşidi ayakta dururken kendisi oturmamalıdır. Sırtını şeyhine dönmemeli ve kapıyı vurarak sertçe örtmemelidir.
Mürşidine gözünü dikip bakmamalı; o başka tarafa bakarken rabıta amacıyla göz ucuyla bakmalıdır.
Zamanı öğrenmek için ikide bir saatine bakmamalıdır.
Mürşidi başkalarıyla konuşurken, yanına sokulmamalıdır. İzin isteyeceği zaman evinden çıkmasını istememeli; çok acil işi varsa uygun bir şekilde haber göndermelidir.

Mürşidini kabul etmeyen kişilerle bir arada bulunmamalıdır.
Mürşidi ziyaret ederken izdihama yol açmamalı ve mürşidine bir iki adım kala hafifçe elin olduğu yere eğilip elini sıkmadan ve kendine çekmeden öpmelidir. Mümkünse elini öptükten sonra giderken arkasını dönmeyip gitmeli eğer kalabalıksa bir iki adım sonra dönebilir.
Mürşide sorulan sorular kısa ve öz olmalı ve konuşurken nefesinin mürşidinin yüzüne gelmemesine dikkat etmelidir.
Köyde dolaşırken her an edepli olmaya dikkat etmelidir.

Mürşidinden tövbe alırken, sesini mürşidini sesinden fazla yükseltmemelidir.

Mürşid-i Kamili Ziyaret Adabı

Her Mümin önce, ziyaret için gittiği mürşid-i kamili, Allah ve Resülü’nün bir emaneti olarak görmelidir. Ona karşı yapacağı hürmetin, aslında Allah ve Resülün’e yapılan bir hürmet çeşidi olduğunu bilmelidir.

Herkes, kalbindeki Allah ve Peygamber aşkını, kendisindeki edep ve hürmet anlayışını, velilere karşı tavrıyla ölçebilir. Bir insan, kendi zamanında yaşayan kamil mürşitlere ve Rabbani alimlere ne derece hürmet ve edep gösterebiliyorsa onun Hz. Peygamber’e (s.a.v) karşı yapabileceği hürmet de ancak o kadardır. Bu bir ölçüdür. Şimdi, mürşidi kamili ziyaret edebi konusunda ibret alınacak ve içinden pek çok ders çıkarılacak güzel bir hadiseyi zikredeceğiz:

O hadise de meşhur Cibril hadisidir. Hadisi, Hz. Ömer (r.a) ve başka sahabeler nakletmiştir. Hz. Ömer (r.a) hadiseyi şöyle anlatıyor:

Bir seferinde Hz. Resulüllah (s.a.v) ile Mescid-i Nebevi’de bulunuyor, Efendimizin (s.a.v) huzur-i saadetlerinde oturuyorduk. O esnada, birisi çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı. Kokusu çok güzeldi. Üzerinde toz-toprak, ter ve yorgunluk gibi yolculuk izleri yoktu. Sakin bir şekilde Efendimizin (s.a.v) önüne kadar yürüdü, diz üstü oturdu, ellerini dizleri üzerine koydu ve edepli bir şekilde soru sormaya başladı. İman nedir, İslam nedir, İhsan nedir, kıyamet ne zaman kopacaktır, alametleri nedir diye sorular sordu.
Efendimiz (s.a.v) her birisine cevaplar verdikten sonra kalktı, sükunet içinde ayrıldı. Biraz vakit geçince Hz. Resulüllah (s.a.v) “Şu soru soranı bana geri çağırın!” diye seslendi, baktık fakat onu bulamadık. Efendimiz (s.a.v): “O Cibril’di; size dininizi öğretmeye geldi.”[1] buyurdu.

Demek ki, Hz. Cebrail (a.s) kendisi bir şey öğrenmeye değil, halka bir şeyler öğretmek için gelmişti. Ashab-ı Kiram’a önce edebi öğretti. Hz. Resulüllah’ın (s.a.v) huzuruna hangi kıyafet içinde girileceğini, nasıl oturulacağını gösterdi. Sonra dinin, iman, İslam ve ihsanla tamam olacağına dikkat çekti ve edeple kalkıp gitti.

 Alimler, bu hadisin bütün edep, hüküm ve hikmetleri içine aldığını; zahiri ve batini amelleri ihtiva ettiğini belirtmişler ve ona “Ümmü’s Sünne” yani, Hz. Resulüllah’ın (s.a.v) hadislerinin anası demişlerdir. Biz hadisi kısaltarak ve manayı özetleyerek verdik.
Alimler, arifler ve kamil Mürşidler Hz. Resulüllah’ın (s.a.v) varisleridir. Onlardan ilim, hikmet ve edep öğrenmek isteyen her talebe bu edeplere dikkat etmelidir. Allah (c.c) için önünde diz çökelmesi gereken makama saygı göstermeli, kibri bırakıp tevazuya sarılmalıdır. Bu, şarttır.
[1] Buhari.

Tepeören Sohbeti

Gavsımızın (Seyyid Abdülbaki (k.s) yapmış olduğu sohbetin aynısını sizlerle paylaşacağız inşallah.
Size birkaç şey söyleyeceğim…
Bu Nakşibendi tarikatının gayesi, Allah’u Teala’nın rızasıdır. Bu tarik-i alanın gayesi, emri bil maruf nehyi anilmünkerdir. Allah’u Teala’nın emrini yerine getirmek, Allah’u Teala’nın yasak ettiği hareketlerden uzak kalmaktır. Hepsi gaye budur. Bu da insanın gaye kalbini nakşetmektir. Buda ibadettir. Allah’u Teala kuranı kerimde böyle buyurmuş:
“Ey Ademoğulları, şeytana tabi olmayın. O sizin düşmanınız, zahiren düşmanınızdır. Bize ibadet edin.” Bu ibadet etmek Tarikat-ı Müstakimdir. Hepsi gaye odur.

Gaye, Allah’u Teala’nın emrini yerine getirmek, Allah’u Teala’nın yasak ettiğinden uzak kalmaktır. Hepsi gaye odur. Bunu insan yaparsa Ameli Salih olur. Ameli Salih ise Allah’u Teala’nın rızasıdır. İşte bu Tarikatı Ala üzerinde duruyoruz. Bu tarikatı alanın gayesi, Allah’u Teala’nın rızasını almaktır. Ve Allah’u Teala’nın emrini yerine getirmektir. Bunun için de insan, üzerinde çalışması lazım, niyet koymak lazım. Sonra bütün amellerde niyetle olur. Niyet olmazsa o amel olmaz. İnsan abdest alırken niyet olması şarttır. İbadet yaparken niyet olması şarttır. Bütün amellerde kalben olmalıdır.

Gavsımız (Seyyid Abdülhakim (k.s) bu niyet üzerinden bir sohbet yapmıştı: “İnsan sabahleyin kalkarken, elbiseyi giyerken, bir iki dakika kalbinden niyet olması şarttır. Yarabbi, ben sizin için gidip çalışacağım, sonra insan mesleği neyse gidip çalışmak lazımdır, dünya işi de şarttır, Allah’u Teala şart koymuş, ama hayır yollarına gitsin, şer değil. Sonra şer olursa insan mahvolur, zarar görür, felaket olur, ve işte niyette lazım, hayır olmak için. Yarabbi ben sizin için gidip çalışacağım. Gayemiz senin rızanı almaktır gaye bu çalışmak kendi rızkım için değildir. Rezzakı mutlak sensin. Çalışsam çalışmasam bana vaat etmişsin, ben sizin rızkınızı vereceğim diye söylemişsin. Aile efradımızı üzerimize vacip etmişsiniz yarabbi, bu ailemin ihtiyacını görmek için gidip çalışıyorum yarabbi, birde sevaplarımı arttırmak gelen sevaplar için bu sevaplar için çalışıyorum yarabbi, böyle bir niyet ederse kalbinden sanki o insan camiye gidip secdeye girip ta akşam oluncaya kadar Allah’u Teala’ya ibadet yapmış olur. Doğru buda ibadettir, dünya değil, sonra dünya olursa Allah’u Teala lanet getirir ona. Hadisi şeriftir Peygamber aleyhissalatu vesselam buyurmuş:
“Eddünya Vema Fiha Mel’unun İlla Zikrallahu” “Dünya ve bütün dünyanın içersindekiler hepsi mel’undur.” Allah’u Teala lanet getirmiş. İnsan niyet ederse Allah rızası için bu hariçtir.” İşte bu niyet onun içindir. Dünyanın melanetinin altına girme sakın. Daima kalbinden niyetini sağlam sürmek daima kontrol etmek daima Allah rızası için yapmak, ki ibadet olsun, ki o çalışmasını menfaat almak için lazımdır. Onun için daima niyetini kontrol etmek için niyet şarttır. Allah’u Teala şart koşmuş. Bunun için bizde daima kontrol alalım kalbimizi.

Şeytana bırakmayalım nefse bırakmayalım. Sonra onlar düşmandır. Düşman düşmana acımaz. Düşmandan düşmana hayır gelmez. Daima kötülük ister. Sonra Allah’u Teala kuranı kerimde “İnnen nefse leemmaretün bissui” diyor. “Nefsi emare daima insandan kötülük ister.” Hayır istemez. Sonra düşmandır oda. İnsan bir dönerse Allah’u Teala’ya, Allah’u Teala onun kademine gelir (yani ona rahmetiyle yaklaşır). Bir insan Allah’u Tealaya bir kadem giderse Allah’u Teala on kadem gider. Sonra dünya çok pistir, insana çok zarar verir. Hatta Hazreti Aleyhissalatu Vesselam dünyanın mihnetini günahların anasıdır. Bütün günahlar ondan peydahlanıyor. Dünyadan kendini muhafaza etmek şarttır. Dikkatli olacaksınız. Niyetini Allah rızası için gidip çalışmak lazım.

Sonra çalışmakla çok büyük bir menfaat olur, özellikle bu zamanda, özellikle bu asırda gündüz gece çalışmak lazımdır. Çünkü biz gaye Peygamber Aleyhissalatu Vesselamın keyfini getirmek içindir. Sonra Peygamber Aleyhissalatu Vesselam kendi ümmetini çok severdi. Başka peygamberler gibi değildi. Sonra kıyamet günü bütün peygamberler, sonra kıyamet günü Allah’u Teala insan eziyet görmezse cennete giderse o cennet hoşuna gelmez. Eziyet görünce yorulunca insan rahat oturunca o rahatlık insanın hoşuna gider.

Kıyamet günü Allah’u Teala cehennemin gemlerini bırakıp bütün insanların üzerine geliyor. Gelince peygamberler arşı alaya arşın kendine (sarılıp) yarabbi beni kurtarın, yarabbi beni kurtarın, diye bağırıyorlar. Sadece bizim Peygamberimiz Aleyhissalatu Vesselam Muhammed Aleyhissalatu Vesselam kalkıp yarabbi benim ümmetimi kurtar diyor. Kendi nefsini istemiyor kendi ümmetini istiyor. Bizde onun için çalışmalıyız. Sonra çok sever. Başka ümmetler gibi değil. Bunun için onun keyfini getirelim.

Sonra  Peygamber Aleyhissalatu Vesselam Allah’u Tealaya dua etti: “Yarabbi benim ümmetimin ömrünü en kısa vermişsiniz yarabbi. Sonra kıyamet yaklaşıyor. Ne kadar kötülük varsa kıyametin yaklaşmasından oluyor. Hem dünya çok kötü olmuş, hem de zamanı da çok kısadır, kısa zamanda vefat ediyorlar gidiyorlar hem de sevabı da azdır. Kıyamet günü Peygamberlerden bazısından benim ümmetim sevabı azdır diye ben utanıyorum yarabbi. İsteriz ki ümmetimizde biraz fazla olsun diye Yarabbi istiyorum. Hem onların zamanı kısa hem de en kötü zamanda yaşıyorlar hem de sevabını az oluyor ben utanıyorum diye dua etmiş. Bunun için Allah’u Teala Peygamber Aleyhissalatu Vesselamı için ya da öteki Peygamberlerde bir günah bir günah idi, bir hayırda bir hayır idi. Bir hayır yaparsa bir hayır yazıyordu. Allah’u Teala buna da günahta bir günah bir günah idi ama peygamber Aleyhissalatu Vesselamın hayrını fazlalaştırmak için Allah’u Teala ona mükafat vermiş. Bir sevap on sevap yazdırır en az. Bazı sevaplar vardır bin sevap yazdırır bin beş yüz sevap yazdırır, bir trilyon sevaplarda vardır. Bu sevaplar çoktur. Oda Allah’u Teala büyük bir nimet Peygamber Aleyhissalatu Vesselama vermiş. Onun için mesela insan Mekke de bir sevap yaparsa bir Lafzai Celal (Allah) söylerse sanki yüz bin sevap Allah’u Teala ona yazdırıyor, yani bire yüz bindir Mekke de. Medine de bir, bindir, o kadar sevap oluyor. Bir kelime Lafzai Celal söylerse Mekke de sanki yüz bin kelime söylemiştir. Allah’u Teala yazdırıyor. Normal bizim herkes kendi memleketinde bir kelime söylerse on yazdırıyor.

Birde Allah’u Teala mesela kalp Allah’u Tealaya mahsustur. Allah’u Teala insanın kalbine bakar. Bu kalpte düşünce haram düşünceler olursa kötü düşünce kalbine gelirse Allah’u Teala yazdırmaz. Sevap olursa yazdırır, hayır olursa yazdırır ama günah olursa yazdırmaz.

Sonra kalp Allah’u Teala’nın azametinin eliyle yazdırıyor, kendi eliyle yazdırıyor. Bunun için Allah’u Teala haram niyeti de yazdırmaz. Hayır sevabı yazdırır. Mesela insan niyet ederse yarabbi ben sizin için bu şeyi yapacağım, bu cami yapacağım, bu Mekke ye gideceğim, yahut hacca gideceğim, böyle bir sevap niyet ederse yaparsa, on yazdırır yapmazsa bir yazdırır. Ama bir insan günaha niyet ederse ben filan adamı haşa öldüreceğim, harekette ediyor ama vuruşma olmuyor. Vuruşma olmazsa melekler yazmaz. Niyet ediyor ben filan adamı öldüreceğim, filan adama zulüm yapacağım, filan adamı şöyle yapacağım, harekette ediyor. Ama Allah’u Teala yazdırmaz, yaparsa yazdırır yapmazsa da yazdırmaz. Ama sevap olursa hemen niyet ederse yazdırır. Yaparsa sonra on yazdırır yapmazsa bir yazdırır. Daima insanın kalbinde niyet olması şarttır. Yaparsa Allah’u Teala onun sevabını verir yapmazsa Allah’u Teala onu mahrum etmez.

Gavs bilvanisi (k.s) biz her sene hac niyeti yapıyoruz. Daima niyetimiz kalbimiz bu sene gelince ben hacca gideceğim. Eğer Allah’u Teala bize nasip ederse onu Allah’u Teala yazdırır sevap. Nasipte olmazsa gene hac sevabını alır. Daima o niyetle insan bir şey yazdırır.

Sizin geldiğinizden çok memnun kaldık. Allah razı olsun. Yalnız sizden ricamız şudur; daima Allah rızası için çalışalım. Allah rızası için yola gidelim. Allah rızası için kalpten niyet edelim ki, Allah’u Teala bu iyi şeyleri bize nasip etsin. Yani Türkiye’nin her yerinden geldiniz Allah’u Teala her kademden (adımdan) Allah’u Teala on sevap size yazdırır. Sonra bu niyet Allah’u Teala nın rızası içindir. İnşallah başka şeyler olmasın. Bunları silip atmak lazım, yani Allah’u Teala’nın rızası için olmayanları kaldırıp atalım, yada hayır olsun. Yalnız çalışmanızı istiyoruz ki Peygamber Aleyhissalatu Vesselamın keyfi gelsin, Peygamber Aleyhissalatu Vesselamın huzuruna beyaz yüzle onun huzuruna gidelim, beyaz yüzle onun keyfini getirelim.

Allah’u Teala Peygamber Aleyhissalatu Vesselam için çok şeyler vermiş. Sonra büyük Peygamberlerden biridir. Sonra Allah’u Teala çok büyük bir makam vermiş. Böyle insanlardan, böyle peygamberlerden onun gibi Allah’u Teala başka kimseye makam vermemiş. En büyük Peygamberlerden birisidir. Onun için ümmeti de öyle sadık olsun. Sonra bu Tariki Nakşibendi büyük atılımdır. Müstakimdir. Sadık bir yoldur. Sonra en sadık yolsa Eba Bekiri Sıdık (r.a) yoludur. O sıdkıyla gidiyor. O sıdkıyla sadık olmak şarttır. Sadık olalım biz menfaat görelim.

Allah’u Teala bu Tarikati Müstakimden bizleri nasip etsin bu tarikatı müstakimde devam etsin ta kıyamete kadar. Bizi Aleyhissalatu Vesselamın şefaatinden ayırmasın. Bu Sadatı Nakşibendiyenin gölgesinden ayırmasın, Peygamber Aleyhissalatu Vesselamın yolundanda ayırmasın. Sadatı Nakşibendiyenin yolundan, Tarikati Müstakimden ayırmasın.
Allah yardımcınız olsun. İnşallah bizlerde sizlerde Peygamber Aleyhissalatu vesselamın izinden gidelim. Hepsi gaye odur hepsi onun için çalışalım hepsi onun için ileri götürelim, zira biz çok büyük bir zarardayız. Çok büyük bir kıyamet gününün en dehşetli, en zahmet, en tehlike zamanındayız. Bu tehlike zamanında çalışmak şarttır. Gündüz gece çalışacağız. Sonra çalışmayı Allah’u Teala çok seviyor Sadatlarda çok seviyor. Onun için dünya değil de ahiret için Allah’u Teala’nın keyfine gitmek için  nazarlarını beraber olmak için Allah’u Teala bu yolu bu tarikatı insanımıza nasip etsin. Yetmiş milyona nasip etsin. Allah yardımcınız olsun, Allah muhafaza etsin.
“İnşallah kıyamet günü birlik beraberlik içinde oluruz. Allah yardımcınız olsun…”

Rabıta Nedir Nasıl Yapılır?

  Mustafa İsmet Garibullah, Büyük şeyh Efendi (k.s) Risale-i Kudsiye’sinde: Rabıtayı şerifinin, Tarikati Aliyye-i Nakşibendiye de rükn-ü a’zam (en büyük temel) olduğunu beyan eden bapta şöyle buyurdu.

-Eğer bin yıl sen etsen ah-ü vahı
-Ne mümkün bulasın böyle o şahı
-Gözet sen kamil insandan o şahı
-Girip gönlüne bul şaha rahı
-Gönül rabt et hemen hakka gidelim
-Cemal-i ba kemale seyr edelim

“Eğer sen, bir şeyhe bağlanmadan bin sene kendi başına Allah Tealaya kavuşmak için inleyip dursan, böylece o Mevla Tealayı bulman mümkün değildir. Sen o padişahlar padişahı olan Mevla’yı Tealayı, onun aynası mesabesinde olan kamil insandan gözet. O kamil insanın gönlüne girerek, Mevla’ya varan yolu bul! Hemen onlara gönül bağlayıp (rabıta edip) Hakka gidelim.”

Allah Teala buyurdu ki. “Kullarımın içine gir, cennetime gir.”
 
Necmeddin-i Kübra (k.s) Te’vilat-ı Necmiye isimli eserinde, bu ayeti kerimenin te’vilini yaparken; “Benim zatımla ve sıfatlarımla baki (tarikattan sonra hakikata kavuşarak, manevi dirliği bulmuş) olan kullarımın içine gir. Zatını (kendini) ve enaniyetini (benliğini) yok ettiğin için zatımın cennetine gir.” diye mana vermiştir.

Mürid içini şeyhine bağlamazsa (ona rabıta yapmazsa) geçmiş asırlardaki büyüklerin erdiği fena sırrına asırlarca çalışsa da asla kavuşmaz ve onun içine (kalbine) Zat-ı pak-i Sübhaniye,sıfat ve şuun-i ilahiyeye ait feyizler tecelli etmez.

  -Eğer ukbada olsa şeyhin evlad
 -Ona etsen olur rabıta mu’tad
 -Veli nakıs kalırsın gayr-ı üstad
 -Gerek bulmak olasın taki evtad
 -Bu evtaddan bulup Hakka gidelim
 -Cemal-i ba kemale seyr edelim…

“Evladım! Eğer şeyhin ahirette olsa, ona rabıta yapmayı adet etsen, bu caiz olur. Lakin yeni bir üstat bulamazsan, nakıs (eksik) kalırsın. Evtad (cihanın manevi direkleri mesabesinde olan Evliyullah)dan olmak istersen, üstat bulman gerekir. Allah’ın bu velilerinden birini bulup Hakka gidelim. Cemal-i ba kemale seyr edelim.

Aziz evladım! Gel, kalbini şeyhine bağla, onu kendine arkadaş ederek, onunla Allah’a (c.c) kavuş, ona teslim olup Mevla’nın gayrı her şeyi bırak. Onu Allah’a kavuşmana vesile bilerek kalbini ona bağla. Hemen ihlasla (samimiyetle) ona bağlanıp Hakka gidelim. Cemal-i ba kemale seyr edelim.”

Tarikata ilk girenler bütün feyizlerini zikirden bekleyip rabıtaya layıkıyla ihtimam etmedikleri takdirde beklenen gayeye vasıl olamayacakları, ancak “Sadıklarla beraber olun” Ayet-i celilesine uyarak rabıtayı feyz kaynağı kabul edenlerin pek yakın bir zaman içinde zikir nuruyla nurlanacakları galip ihtimali Muhammed Masum Hazretlerini bu kanaate sevk etmiştir.

Kötü havadan, vücut sağlığı zarar göreceği gibi, kalp de gaflet ve kasvet ehli ile bir arada bulunmak ve onlarla görüşüp konuşmaktan müteessir olur. Zamanımızda ise bundan tamamıyla kurtulmak mümkün olamayacağından, vakitlerin çoğunda rabıtaya dikkat etmek lazımdır.

Rabıtanın kolay ve hafif şekli de vardır. İnsanın fikren ve zihnen mürşidini hatırlayarak bu şekilde maiyyetinde bulunduğunu düşünmek de rabıtadır. (Manevi rabıtadır)

Tarikatta ve manavi terakkide feyz almak isteyen bir salikin mürşidinin rabıtasına olan itimadı, ilim öğrenmek isteyen bir talebenin hocasının şifahi ifadelerine olan bağlılığından üstün olmalıdır.

Kendini zorlamaksızın rabıtanın kendiliğinden hasıl olması, mürid ile şeyh arasında tam bir yakınlık olduğunun alametidir. Bu yakınlık faydalı olma ve istifadeye yarar. Yollar içinde rabıtadan daha çabuk kavuşturanı yoktur.

Bu tarikati aliyye’ye sülük edip ilerlemek, rehber olan şeyhin muhabbet rabıtasına bağlıdır.

Hazreti Allah’a (c.c)  ait olan ilahi feyz Habibi’nin (s.a.v) deryasına gelir, oradan da zamanın mürşidinin deryasına gelir. Ezeli taksimata dahil olanların, nasiplerini alabilmeleri için, o deryaya doğru kalplerini açık bulundurmaları lazımdır. Su mütemadiyen akıyor, fakat sen testini çeşmeye tutmuyorsun. Testiyi çeşmeye tutmak demek, rabıtada durmak, kalbi o deryaya bağlamak demektir.

Her şeyden dikkatler kesilmek suretiyle gözler kapatılır. Gönül penceresi açılır ve oraya raptedilir. Böylece 10-15 dakika veya daha fazla beklenir. Mürşidi kamilin nazarına ne zaman mazhar olacağı belli olmaz. Her zaman hazır olmak lazım ki, bir defa isabet ederse kalbi ihya eder. Mevla dilediği kadar verir. Sende nasibini alır ve o nasiple yürürsün. Kendi başına senelerce kat etmediğin mesafeyi bir anda aşırırlar. İç alemin tamamen değişmiş olur. O feyz ve bereketle içindeki bakırı altına çevirirler. Eski yep yeni olur. Bütün vücut nurlanır. Ne zaman tecelli edeceği belli olmadığı için, kalbini oraya yasla ve ihlasla sadakatle hep orayı bekle, bakma başka yere.

“Biz Adem de azim bulamadık.”[1] buyuruyor.
Çok korkutucu bir Ayet-i Kerime. Bizde azim arandığı apaşikar. “Sizden de azim bekleniyor, Ona göre hareket edin” manası çıkıyor.

Cenab-ı Allah lütuf etmezse, itimat edin yapılacak hiç bir şey yok. Allah’ımız lütfederse olur. Çünkü içerde korkunç bir nefis, onun da bitmez tükenmez arzuları var.

Bütün arzularını toplasan bir fındık kabuğunu doldurmaz. Fakat kişinin ebedi hayatını kaybettiriyor. Diyelim ki bütün isteklerine nail oldu, bunun bir faydası var mı? Şu halde Allah’ımıza sığınalım, nefsin boş arzularından bizi kurtarsın. Hakk ve hakikatla bizi meşgul ettirsin..!
[1] Taha / 15

Rabıta Delili Kabul Edilen Ayet

Şu ayeti kerime de rabıtaya delil kabul edilmiştir:
“O kadın (Züleyha) andolsun, ona (Yusuf’a) musallat olmayı kafasına koymuştu. Eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı, o da o kadını arzulamıştı. İşte biz ondan fenalığı ve fuhşu ber-taraf edelim diye burhan gönderdik. Çünkü Yusuf ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.”[1] ayetin tefsirinde burhan şöyle açıklanmaktadır.

Burhan’dan maksat Yakub’ın (a.s) suretinin bir anda Yusuf’un gözünün önünde canlanıp hayretle parmağı ağzında ona: “Aman kendine sahip ol! Ondan yüz çevir!” diye hitap etmesidir. Babasının böyle gözünün önünde canlanıp kendini uyardığını gören Yusuf, toparlanmış ve bu işten vazgeçmiştir.

Rabıta bu ayetin tefsirinde ki “Yusuf’un, Ya’kub’un hayelini görmesi” gibi, müridin şeyhinin hayalini gözünde ve gönlünde taşımasıdır.

Hadis kitaplarında Hz. Peygamber’in (s.a.v) konuşmalarını nakleden sahabilerin “Şimdi onu görür gibi oluyorum, onun şöyle yaptığını gözümle görür gibiyim” tarzındaki ifadeler, bu tür hayal de canlandırmaların fitri ve tabii oluşunu göstermektedir.

Netice itibariyle rabıta, Allah ile kul arasına üçüncü bir şahsı sokarak irtikab edilmiş bir şirk değil, aksine müridin önüne ve gönlüne sunulmuş bir model, şahsiyete benzeme arzusu, onunla kalp ve kalıp beraberliğini sürdürmesidir.

Rabıtayı terbiye usulü olarak değerlendirmek lazımdır. Tarikatlerde mevcut çeşitli şekil ve kaideler tatbikat neticesi ortaya çıkmıştır. Yani tecrübeye müstenididir.

Allah’u Teala’nın: “Onlar meclis arkadaşlarımdır.”[2] hadisi kudsi’si gereğince de onlarla oturmak, zikredilen Mevla Teala ile beraberliği kazandırır. Tacü’d-din el-Hanefi  şöyle buyurmuştur. “Şeyhin sureti hayelde saklanmalı ve kendini tamamen unutuncaya kadar o suretle beraber kalbi sanevberiye (çam kozalığı şeklinde olan kalbe) yönelmelidir.

Bir kere Resülullah Efendimize (s.a.v): “Meclis arkadaşlarımızın en hayırlısı hangisidir? diye sorulduğunda Efendimiz (s.a.v):
“Kimi görmek sizi Allah Tealayı hatırlatıyor, kimin konuşması sizin ilminizi artırıyor, kimin de ameli size ahireti hatırlatıyorsa” (işte onlar en hayırlı arkadaşlarınızdır)[3] buyurdu.

Kamus sahibi Firüzabadi, Mukaddimetü’l-Besair adlı kitabın mukaddimesinde buyurmuştur ki: “Şeyh imam Necmeddin-i Kübra (k.s) hazretleri buyurdu ki: “Kalple beraber şeyhe rabıta yapmak, ondan feyz almak hususunda büyük bir temeldir. Hatta kalp aynası, şeyhe rabıta yapmadan saflaşmaz, masiva tozlarından paklanmaz.”

Hanefi imamlarından Allame ibn-i Abidin Dürrü’l Muhtar adlı şerhinde rabıtayı açıklamıştır. Yine onlardan Alim-i amil arif-i billah İsmail Hakkı Bursevi (k.s) bir çok kitaplarında ve Tuhfe-i Vesmiye isimli eserinde bunu açıklamıştır. İbrahim Hakkı Erzurumi (k.s) hazretleri marifetname’sinde rabıtayı açıklamıştır.
Yine onlardan Alim-i amil İmam-ı Rabbani es-Seyyid Ahmed el-Faruki es-serhendi (k.s) Mektubatında ve oğlu İmam-ı Ma’sum el-Urvetül-Vüska (k.s) Mektubatının bir çok yerlerinde rabıtayı açıklamıştır.

[1] Yusuf / 24
[2] Buhari.
[3] Askalani.

Rabıtanın Reddiyesine Cevaplar

“Biz her Peygamberi, ancak Allah’ın izni ile kendisine itaat olunmak için gönderdik. Eğer onlar, nefislerine zulmettikleri zaman sana gelip, Allah’tan mağfiret dileseler ve peygamber de onlara mağfiret dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri ziyadesiyle kabul edici ve çok esirgeyici bulacaklardı”[1] ayeti ve:

 “Bana Selat-u selam getiren ve beni Allah’a vesile kılanlara şefaatim gerçekleşir.”[2]

 “Vesile, Allah katında kendisinden daha üstün bir derece bulunmayan mertebedir, Allah’tan size beni, vesile kılmasını isteyin.”[3]

 “Allah’tan size beni vesile kılmasını dileyin. Dünyada bu istekte bulunan her kula, kıyamet günü şahid ve şefaatçı olurum.”[4]

“Allah’tan beni size vesile kılmasını isteyin.” Şeklindeki bir hitap karşılığında, Ashab: Vesile nedir? Ya Resülallah! diye sordular. O da:
“Cennetteki derecelerin en yükseğidir. Bu dereceye ancak bir kişi ulaşabilir. Ben de o kişinin ben olmasını istiyorum.”[5]

Hadislerini delil olarak ileri sürüp düşüncelerini haklı göstermeye çalışmışlardır.
Ruhu’l Beyan tefsiri’nde bu ayeti kerime (Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve ona yaklaşmaya vesile arayın.) tefsir edilirken şöyle denmiştir:

“Bil ki, ayeti kerime, açıkça vesileye yapışmayı emretmektedir. Vesile gereklidir. Çünkü Allah’u Tealaya vuslat, bir vesile ve bir vasıta ile olmaktadır. Bunun için en güzel vesile ve vuslat yolu da, hakikat alimleri ve tarikat şeyhleridir. İnsanın kendi başına amel etmesi, benlik ve varlık duygusunu artırabilir. Fakat Peygamber ve velilerin tarifi, mürşidin işaret ve kontrolüyle yapılan amelde, benlik duygusu bulunmaz. Böyle bir amel ve mürşidi kamillerin nezaretinde seyr-i sülük yapmak talebi, Rabb’ul Alemine ulaştırır. Ehl-i hayrın ve Salihlerin sohbetinde büyük bir şeref ve saadet vardır.

Cenab- Hakk, bazı şeyleri yapmaya ruhları görevlendirir. Yüce makam ve hallere ulaşmış mukaddes ruhlar, kirlenmiş, zulmete bulanmış habis (pis) ruhların şerrini def için tasarrufta bulunur, kendileriyle Allah’a (c.c) sığınıldığında koruyucu olurlar. Şu halde Allah’ın tam (kamil, mükemmil) kelimelerinden murat, bu temiz, yüce ruhlardır.

“Alimler Peygamberlerin varisidir.”[6]
Hadisini şerh eden Allame Münavi, bu verasetin özelliklerini şöyle ifade etmiştir. Malumdur ki miras, en yakın kimselere intikal eder. Din konusun da Peygamber’e (s.a.v) en yakın olanlar da hiç şüphesiz, dünyadan yüz ve gönül çevirip tamamen ahiret’e yönelen gerçek alimlerdir.
Hz Peygamber’in (s.a.v) nazarla terbiye ve terakkisi onlara da intikal etmektedir. Avarif sahibi İmam Sühreverdinin belirttiği gibi onların nazarı deva, kelam-ı şifa, bütün hareket ve sekenatı Allah Teala ile olmaktadır. Manevi terbiye ve terakkisinde irşad makamına yükseltilmiş bu kamil insanlardan, tabi’ ve müritlerine bir çok manevi ilim ve nur intikal etmekte, onlar vasıtasıyla bereket yayılmaktadır.

Meseleyi özetlersek:
Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, ona yaklaşmaya vesile arayın.”[7] ayeti kerimesinde geçen “Vesile” mutlak, dolayısıyla genel anlam ifade eder. Rabıta da ona yakınlığa bir vesile olduğundan bu hükme dahildir.
Bilindiği gibi vesile “Allah’u Teala’ya yaklaşmak için istifade edilecek her şeydir. Allah Teala’ya yakınlaşmada en güzel vesile, Peygamber’dir (s.a.v).

Hallerinde, fiil ve hareketlerinde O’nun sünnetine uyan kemal sahibi kimseler de bir vesiledir. Binaenaleyh Hakk’a yakınlıkları bilinen ve “Görüldüğünde yüzleri Allah’ı hatırlatan” Allah adamlarını Allah Teala’ya vesile saymak hem tevessül hem de rabıtadır.

“De ki eğer siz Allah Teala’yı seviyorsanız hemen bana uyun ki Allah Teala da sizi sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün. Allah Gafürdur, Rahimdir.”[8]

Görüldüğü üzere bu ayeti kerimede rabıtaya işaret vardır. Çünkü ittiba etmek, ittiba edilen kimsenin ya bizzat görülmesini veya hayal edilmesini gerektirir. Böyle olmadan ona ittiba etmek nasıl mümkün olabilir? Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir gün Resülullah’a (s.a.v) gelerek; Ey Allah’ın Resülü; “Her zaman hayaliniz gözümün önünde duruyor. Hatta istemediğim bazı yerlerde bile sizi hayal ediyorum” demişti. Peygamber (s.a.v) bu durumu men etmemişti. Bu hadise rabıtaya bir işaret ve bir delildir.

Elmalı Hamdi yazır iseVahdeniyet-i ilahi şahsiyet-i Muhammediye’de değil, şahsiyet-i Muhammediye vahdeniyyet-i ilahiyye de fani olduğu için, ona kemali muhabbetle ittiba, yine ona en güzel şekliyle uymak demektir.” Şeklinde açıklamıştır.

Tasavvuf da ideal olarak Hz. Peygamber’i (s.a.v) ve onun ahlakını gerçekleştirmeyi hedef aldığına göre, rabıtanın bu gayeye götürmek üzere tespit edilen bir eğitim metodu olduğu söylenebilir. Kamil ahlaka sahip kişilerle gereken sevgi bağı diye tanımlanan rabıtanın aslı ittihaddır. Yani sevenin zatıyla, sevgilinin zatının aynı olmasıdır.

Ali b. Vefa “Davranışlarında şeyhine benzeyen ve ona uyan kimseye, şeyhinin marifeti aynıyla yansır. Bu yolla kişi, şeyhinin haline aynıyla sahip olur, derken rabıtanın niçin yapılması gerektiğine işaret etmektedir. Kendini tanıman, şeyhini tanıman kadardır. Şeyhi ile bağlantısı kopan kimse ağaçtan koparılmış bir dal gibidir. Kökten gelen besinden mahrum böyle bir dal nasıl kurursa, mürşidinden bağlantısı kopan kimse de öylece kurur. Müridin kalbini, mürşidin kalbine bağlaması, hal ilminin eğitiminde ve duyguların yansımasında asıldır.

Karakter, başkalarının yaptıklarını aynen yapmak suretiyle yavaş yavaş ve farkına varmadan, Ama sonunda kesin olarak biçimlenir. Bir çok hareketler önemsizmiş gibi gözükebilir. Bunlar düşen kar lapalarına benzerler. Bunların ne olduğunun kimse farkında değildir. Yağan karın yerde meydana getirdiği değişiklik önce pek hissedilmez. Ama kar yığınları sonradan çığ haline dönüşür. Tekrarlanan hareketler de böyledir. Biri öbürünü kovalar. Sonunda alışkanlık haline gelir ve böylece karakter iyi ya da kötü yönde oluşur.

Yıldızlar ve güneş için cazibe kaidesi ne ise, insanlar için de sevgi kaidesi odur. İttiba’ın rabıtaya delil olarak ileri sürülmesi, Hz. Peygamber’le ya da onun ahlakını eksiksiz yaşadığına inanılan kamil ve Salih kimselerle aynileşme düşüncesinden dolayı olsa gerektir. Zira Pir’de hiçleşmenin sonu, Hz. Peygamber de(s.a.v) hiçleşme olmaktadır.

“Andolsun Allah’ın Resülünde sizin için, Allah Teala’yı ve ahiret-i arzu eden ve Allah Teala’yı çok ana kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.”[9] (Savaşta sebat, güçlüklere dayanma, azim ve irade, üstün ahlak hep ondadır.)

“İbrahim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir misal vardır.”[10] ayetlerin de geçen “Üsve” kelimesi de rabıtaya delil olarak gösterilmiştir. Önder olan, kendisine uyulan ve davranışları başkalarınca taklit edilen kişiye “Üsve” denir.

Kişinin gönlündeki gam ve kasveti gideren sevgili ve dostuna da bu isim verilir. Kendisine manen moral veren, onunla teselli bulan ve yine ondan şifa umulan şey yerinde kullanılır.
İttisa ise böyle birini idealize ederek örnek almak ve ona uymak demektir. Birisine uymak ise, kendisine uyulanı görmeyi gerektirir. Bu görüş ya hissi olarak duyu organlarımızla görmekle, ya da manevi olarak düşünde dünyamızda hayalen tasavvur şeklinde gerçekleştirilebilir. Bura da hem Hz. Peygamber’in (s.a.v), hem de Hz. İbrahim’in (a.s) hem de Hz. İbrahim’e (a.s) tabi olanların, müminler için “Üsve” olacağının beyan edilmesi ayrıca dikkat çekicidir.
Elmalı: Bu ayetin tefsirinde Üsve, insanın başkasına ittiba ile elde ettiği haldir. Uyulan iyi ise netice iyi, kötü ise sonuç kötü olur, demektedir.

Sofiler, kamil insan tipinin yetişmesinde, yine kamillerin örnek alınması yolunun geçerli olduğunu görmüşler ve bu gaye ile rabıtayı sistematik bir usul haline getirmişlerdir.

Hz. Peygamber’in (s.a.v): “Allah’ım beni sevginle, seni sevenlerin sevgisiyle ve sevgisi beni sana yaklaştıracak kimselerin sevgisiyle rızıklandır.”[11] şeklinde duası, sevgi zinciri ve muhabbet irtibatı ile kişilerin nasıl yönlendirilebileceğine işaret etmektedir.

 Kaynakça;
[1] Nisa /64
[2] Ebu Davud
[3] İbn Hanbel.Müsned 3/83
[4] Suyuti, Camius-Sağir.
[5] Tirmizi.
[6] Ebu Davud.
[7] Maide / 35
[8] Ali İmran / 31
[9] Ahzab / 21
[10] Mumtehine / 4
[11] Buhari.

Rabıtanın Maksadı

İkinci olarak rabıtaya şu Ayeti delil olarak söylerler:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda cihat edin. Ta ki muradınıza eresiniz.”[1]

 Bu ayette geçen vesilenin umumi olduğu ve rabıtanın da bu vesilelerden biri olarak kabul edilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Kur’an-ı Kerimde iki yerde vesile terimi, Allah’a yaklaşmak için yakınlığından istifade edilen şey anlamında kullanılmakta ve Allah’a rağbet eden kimseye de vasıl denilmektedir. Allah’a (c.c) yaklaşmak gayesiyle başka şeyleri, özellikle Hakka yakınlığı ile bilinen ve “Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatan” kimseleri aracı koymaya da tevessül adı verilmektedir.

Dikkat edilirse bu Ayet-i Kerimede takvanın yanında kurtuluş için bir de vesile şartı getirilmiştir. Bahsedilen vesileyi ulema mürşidi kamil olarak tefsir etmişlerdir. Çünkü Mürşidi kamil, devrinde Peygamber varisidir. Peygamber Efendimize (s.a.v) uymayanların kurtuluşu mümkün olmayacağı gibi, varisine uymayanların da kurtuluşu zordur.

  Fahri Kainat Efendimiz (s.a.v):
“Allah’ın öyle veli kulları vardır ki, onların gönülleri ilahi rahmet deryalarıdır.” buyurmuştur. Bu hadisi şeriften şu mana çıkıyor ki, veli kulların gönüllerinde deryalar halinde bulunan ilahi rahmetten, manevi bir yol bularak kendi kalbinize akıtınız. Bu manevi feyz ve rahmetin akışı Rabıtadır.

Abdülkadiri Geylani (k.s.) Hazretlerimiz “Sizin satın alacağınız bellidir, ben size onu satarım.” buyurmuştur. Yani, siz ancak muhabbet ve teslimiyetiniz nispetinde rabıta yapar feyz alabilirsiniz. Ben de ancak o nasibiniz kadarını veririm. Çeşme akıyor, amma sen testini tutmuyorsun ki dolsun.

Tarikatı aliyye’de feyz alma ve ilerleme yalnız zikir ve evradın çokluğuna bağlı olmayıp, ihlas-ı kalbiyye ve samimi muhabbetin de büyük tesiri bulunduğu erbabına malum ve aşikardır. Meşayih-ı Kiram’dan bazısı “Şeyhin bir nazarı kırk çileden daha evladır.” Sözüne ilaveten, feyze nail olmak için mürşid-i kamilin nurlu nazarlarını da feyz ve terakki vesilesi kabul etmişlerdir.

Bilindiği gibi, rabıtadan maksat feyz almaktır. Gerçek feyz kaynağı ise Cenabı Haktan başkası olmadığı şüphesizdir. Şu kadar var ki, Allah’ın Habibi Muhammed Mustafa Efendimiz (s.a.v) dahi Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatının tecelli mahalli ve mazharı bulunduğundan, Peygamberimiz (s.a.v) den feyz almak, Cenab-ı Hakk’tan feyz almak demektir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v):
“Allah’ın ve Resülullah’ın ahlakı ile ahlaklanınız.” buyurmuştur.

Rabıta olunacak mürşidin tavır ve ahlakı Peygamber’in (s.a.v) ahlakına uymadıkça, rabıtadan beklenilen feyzin meydana gelmesi mümkün değildir. Rabıta yapan salikin de şeyhinin ahlakı Muhammed-i sahibi olup olmadığını, şeriat ve tarikat çerçevesi içinde tahkik edip araştırması boynunun borcudur.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve ona yaklaşmaya vesile arayın.”[2] Bu Ayette geçen vesile ve tevessülün Salih amel veya ibadetlerden biriyle yapılması gerektiği konusunda alimler ittifak etmiş, sadık ve Salih zatlarla tevessül konusunda değişik görüşler öne sürülmüştür. Sadık ve Salih zatlarla tevessül edilmesine karşı çıkanlar olduğu gibi savunanlarda olmuştur.
[1] Maide/ 35
[2] Maide / 35

Rabıtanın Delilleri

Ma’nevi hallerin bir şeyh’ten diğerine rabt-ı kalb ile aktarılmasının usulü diye bileceğimiz rabıta hakkında “Mektubat‘tan sonra en detaylı bilgi veren eser Mevlana Halid-i Beğdadi’nin “er-Risale fi hakkı’r Rabıta’sı, Abdülhakim Arvasi’nin “Rabıta-ı Şerife‘si, İbrahim Hilmi el-Kadiri’nin “Medaricül-Hakika fi’r-Rabıta’ın de ehli’t tarika’sı Es’ad Sahib’in “Nuru’l Hidayeti ve’l Irfan’ı ve Mevlana Halidin halifelerinden Hasan es-Düseri’nin “er-Rahmetü’l Habıta fi İsbatı’r-Rabıta’sı,Muhammed Said Şeyda el-Cezirenin “ed-Dabıta fi’r-rabıta’sı zikredilebilir.
Süfiler rabıtayı tabii bir olay olarak görmekle birlikte bazı ayetleri buna delil sayarlar. Bu Ayetlerin bazıları şunlardır.

 “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Bir de sadıklarla beraber olun.”[1] (İmanında, ahdinde, sözü ve özünde doğru olanları, hakikatten ayrılmayanları tercih edin.) Ayetinde geçen sadıklarla beraberlik rabıtaya delil olarak ileri sürülmüştür.

Hanefi imamlarından ve Nakşibendiyye Meşayihinden  Hace Ubeydullah Ahrar (k.s) mezkur ayetin tefsirinde: “Buradaki “künü” emri, sadıklarla mutlak manada ve devamlı bir beraberliği ifade eder. Hakiki beraberlik, sadıklarla aynı mecliste, büyük bir kalp huzuru ile fizik olarak beraber bulunmaktan ibaret olduğu gibi, hükmi beraberlikte, onlarla aynı mekanda beraber olmanın imkansız olduğu zamanlarda, suret ve siretlerini gıyaben tehayyül (düşünerek) ederek, onlarla hayali, fikri ve zihni bir beraberliği temin etmektir, diyerek Salih ve Salihlerle kurulabilecek ruhi ve ma’nevi beraberliğin delili olarak göstermektedir.

Elmalılı Hamdi Yazır da “Sadıklarla beraber olunuz.” Ayetine şöyle mana vermiştir.
“İmanlarında, ahitlerinde ve hak dinde niyeti, sözü, fiil ve her haliyle sadık olanlarla beraber olunuz.” Sadıkların velayet ve beraberliğinden (onların desteğinden) ayrılmayınız. Münafıklardan sakınıp, Hz. Muhammed ve ashabı gibi sadıklara dost ve yakın olunuz, onlar gibi özü doğru, sözü doğru, işi doğru olunuz, onlara uyunuz!”

Müfessir Alüsi ise yukarıdaki ayetin tefsirinde “Sadık ve Salihlere karışınız, (onlarla iç içe olunuz) ki, onlar gibi olasınız. Çünkü herkes yakın olduğu kimseye uyar.” demiştir.

Nasıl vücudumuz yediğimiz etten gıdasını alıyorsa, ruhumuz da gıdasını gördüklerinden almakta ve biz beraber yaşadığımız kimselere göre farkına varmaksızın, faziletli ya da kötü insan olmaktayız. Kiminle gezersen onunla anılırsın, derler. Akıllı kimse sarhoşla, kibar insan kaba insanla arkadaşlık etmez. Bir ata sözü vardır. “Kurtlarla beraber yaşarsanız, ulumasını öğrenirsiniz.”

[1] Tevbe/119

Muhabbet

Feyzin artmasına başlıca sebeptir. Bir müritte bu şey ne kadar çok olursa feyzinde o kadar artacağından hiç şüphe yoktur.

Feyz alabilmenin birinci unsuru mürşide muhabbettir. Ancak bu muhabbetin sun’i ve tekellüfsüz yani gösteriş veya zorlamakla değil sıdk ve yakin üzere olması lazımdır. Zira muhabbet, müridin içinden mürşidin içine akan bir nehri manevi ve deruni bir akıştır. İşte bu manevi muhabbet ve akışla mürşidin içinden (Batınından) devamlı feyz alabilmek imkanı hasıl olur. Bu nehri manevinin genişliği ve feyzin çokluğu, müritte olan muhabbetin az veya çokluğuna göredir.

Ama bir müridin kalbi ihlastan ari (boş) ve çıplak olursa veyahut evliyullah hakkında edebe muğayir hareketleri bulunursa, bu gibilere o velilerden ne feyz gelir, nede onların gönülleri onlara meyl eder.

   Ashabı batından, yani içleri temiz ve kemale ulaşan bahtiyarlardan ve enbiya (a.selam) hazretlerinden feyz ala bilmek 2 veya 3 şeye bağlıdır.

Bunlardan biri: İHLAS, biri: EDEB, biride: EHLULLAHA MUHABBET etmektir. feyz ancak ehlullahın kalplerinden alınır.Onların kalpleri feyz ile doludur.

Mürid, nerde olursa olsun feyz dalgalarına dahil olduğunu bilmesi gerekir. Çünkü feyz ala bilmenin anahtarı bu inanca bağlıdır.
Mürşidi kendinde olan kudreti kutsiyye ile bir kimseye nazar etse, Cüneydi Bağdadi, Bayezid-i Bestami (k.s) Makamına isal eder (ulaştırır). Bu nazara uğrayan veya nail olan kimse, ne kadar kötü ve fasık olsa dahi makamı aliye vasıl olur. Ancak bu nazarı aramak ve gözetmek lazımdır.

İhlasi mürid, şol keyfiyette olmalıdır. Mürşidi. Resülullah’ın (s.a.v) naibi, vekili, halifesi ve zillullah fil-alem (aleme gölge) olduğunu bilip mürşidi kendisini reddederse Allah Teala ve Resülününde reddeylemesine ve kabul eylerse Allah ve Resülününde kabul buyurmasına vesile olacağı itikadında olması gerekir. Bir müridi, eyer şeyhi reddedecek olsa, şeyhinin şeyhi dahi kabul etmeyip Resülullah’a (s.a.v) kadar hiç biri kabul etmez.

Mürşitte bir ruhaniyet vardır ki, hiçbir halde müritten ayrılmaz. Bazı müritler bu ruhaniyeti üzerlerinde gördükleri için uyku zamanlarında bile ayaklarını uzatmaya cesaret edemezlermiş. Bu hali her müridin görmesi mümkün olmasa dahi, görür gibi itikat etmelidir. Bu itikat sayesinde görmüş olan mürid ile feyz de müsavi (eşit) olur.

Hakk Teala mürşidlere gıyaplarında, yani hazır olmadıkları zaman da vaki olan işleri görecek göz ve işitecek kulak verdiğine itikad eyleye. Her ne kadar mürşid kendisine bildirmese de, öylece itikad etmek gerekir. Eyer böyle itikat ederse, mürşidin feyzi şarktan garba (Doğudan batıya) kadar her tarafı doldurur. Güneşinin ziyasının her tarafı doldurduğu gibi.[1]

Alıntı;“Aynı iş yerinde çalışan bir kadınla samimiyet ve ülfetimizin ilerlemesi sonucu, daha büyük fiiller işlemek için kadınla tenha bir yerde buluştuk. Beraber sohbet ederken bir ara uyumuşum. Rüyamda kalabalık bir cemaatle nurlu bir yolda Resülullah’ı (s.a.v) ziyarete gidiyorduk. Bir ara bilmediğim bir sebepten dolayı yolu terk etmek zorunda kaldım. Ne kadar uğraştıysam da kayboldum. Resül-i Kibriyanın (s.a.v) yolunu bulamadım. Uyandığımda kan ter içinde kalmıştım. Kadınla beraberliğimde son haddine varır da bir cürüm işlerim diye korkmaya başladım. Kadınla ilişkimi kesip, yüzüne bakmamaya yemin ettim.”

Gavsi Bilvanisi’yi (k.s) ziyaret etmeğe gidip, mübareğin elini tuttuğum zaman bana dedi: “Sen rüya görmüyor musun?” Bende nasıl olsa halime vakıftır diye o anı söylemedim. Bana:

“Sen rüyanda Resül-i Kibriya’yı (s.a.v) ziyarete giderken karanlıklar içerisinde kaybolmadın mı? Eğer Şah-ı Hazne’nin (k.s) himmeti olmasaydı zinakar olup İslam’ın yolunu kaybedecektin,” dedi.

 Gavsi Bilvanisi (k.s) ile beraber bir gün bir beldede yatacaktık. Mübarek bana dedi:
“Kim erken kalkarsa, namaz için diğerini kaldırsın. Sen ayrıca abdest için de su tedarik et.” dedi. Bir müddet yattım. Gece kalktığımda, Gavs Hazretlerinin yatağına baktım. Yatak içerisinde sanki yatan varmış gibi kabartılmış olarak duruyor. Kontrol ettim, yatakta yoktu. Ehlullah’ın yüksek hallerinde nice hikmetlerin olduğunu düşünerek beklemeye başladım. Sabah namazı yaklaştığında bir de baktım ki, Gavs Hazretleri (k.s) yatağın içinde yatıyor. Gözlerini açtı ve:

“Sofi namaz vakti oldu mu? Abdest suyunu getir, buyurdu.” Bunun üzerine ben: Kurban olayım, siz yatakta yoktunuz! Uyumadınız ki abdest alasınız, dedim. Gavs hazretleri (k.s):

“Hayır, ben uyudum. Bana abdestsiz mi namaz kıldıracaksın? dedi. Evet kurban, ben abdestsiz namaza razıyım, deyince, gülümseyerek imam olup namazı kıldırdı.

[1] Risal-i Halidiyye tercümesi ve adabı zikir Risalesi

Tasavvuf ve Teslimiyet

Rivayete göre Şeyh Abdulkadir Geylani’ye (k.s) dervişlerinden bir ziyaretçi geldiği zaman, kendisine haber verilir, o da halvethanesinden çıkar, kapıyı hafifçe açar, onunla müsafaha eder, kendisine selam verir, onunla oturmadan halvetine dönerdi. Dervişlerden olmayan birisi geldiği zaman ise; çıkıp onu karşılar, beraber oturur, onunla sohbet ederdi. Onun dervişlerin yanına çıkmayı terk etmesi ve onların dışındakilerin yanına çıkıp onlarla oturmasından dolayı, bazı dervişler rahatsız oldular. Onların bu düşünceleri Hazrete ulaşınca, şöyle demiştir.

“Bizim Hak fakiri dervişlerle bağımız ve bağlantımız kalpten bir bağlılıktır. Hem derviş bizdendir, bizim ehlimiz durumundadır. Aramızda yadırganacak bir hal yoktur. Bu sebeple biz ona karşı muamelemizde kalplerimizin birliği ile yetiniyor, bu kadar karşılaşmayı kafi görüyoruz. Yeni gelen kimse ise,adet ve zahiri şeylere bağlanıp kalmış birisidir. O, zahiren kendisiyle ilgilenilmediği zaman, kalbine bir soğukluk gelir ve bizden uzaklaşır.

Cüneydi Bağdadi’nin (k.s) şöyle söylediği bilinmektedir.
“Bir gün şeyhim Seri es-Sakati’nin huzuruna vardım. Bana bir hizmet buyurdu. İhtiyacını hızlı bir şekilde yerine getirdim. Dönüp geldiğim zaman bana bir kağıt parçası verdi, içinde şöyle yazılıydı: Çölde develerini süren bir çobanın şu şiiri okuduğunu duydum: Ağlıyorum, ama neden ağladığımı biliyor musun? “Benden ayrılırsın, benden ilgini kesersin ve ben kılavuzsuz kalırım korkusuyla ağlıyorum.”

Umma Bistami babasından şunu nakletmiştir:
Şakik-i Belhi ile Ebü Turab en-Nahşebi, Beyazidi Bistami’yi (k.s) ziyarete geldiler. Önlerine sofra hazırlandı. Bayezide hizmet eden bir genç vardı. Misafirler önce gel, yemeği birlikte yiyelim dediler. Genç, ben oruçluyum deyip yemekten çekindi. Ebü Turab, Gel bizimle ye, sen bir ay oruç tutmuş kadar sevap kazanırsın dedi. Genç yemekten çekindi. Sonra Şakik-i Belhi, gel bizimle ye, bir yıl oruç tutmuş kadar sevap kazanırsın dedi. Genç yine yemekten çekindi. Bunun üzerine Bayezid-i Bistami, Allahh’ın gözünden düşen şu genci terk edin dedi. Bu olaydan bir sene sonra bu genç  hırsızlıktan yakalanıp eli kesildi.[1]

Bir gün Şah-ı Nakşibend Hz.lerinin (k.s) hatırı sayılır misafirleri gelmişti. Şah-ı Nakşibend Hz.leri, müridlerinden mevlana Şemseddine, emir verip, nehre git de suyu bu tarafa bağla buyurdu. Şemseddin verilen emri yerine getirmekten ihmalkar davrandı. Biraz sonra gelip, vücudumda bir halsizlik peydahlandı, suyu bağlayamadım, dedi. Bu söz, Şah-ı Nakşibend Hz.lerine (k.s) çok giran (ağır) geldi. Ona bakıp:
“Mevlana Şems! Kendini boğazlayıp da su yerine kanını akıtsaydın, bu sözü söylemekten daha hayırlı olurdu! diye üzüntüsünü belirtti.”

Not:  Allah dostlarına karşı kasıtlı muhalefet, insanı felakete götürür. Bu hep böyle olmuştur. Ancak, verilen bir emri, gücü yetmediği için yapamayan, fakat, kalbiyle yapma azminde olan kimse, bir zarar görmez. Bu kimse sadık ve samimi olduğu sürece, bir mazereti sebebiyle, hizmetten geri kaldığında mazur görülür, günaha girmiş olmaz.[2]

Enes’den (r.a) şöyle dediği rivayet olunmuştur.
Bedevilerden biri Resül-i Ekrem’e (s.a.v), Kıyamet ne zaman olacak? diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu. Bedevi: “Allah ve Peygamber sevgisini hazırladım” dedi. Efendimiz (s.a.v): Öyle ise sevdiklerinle berabersin[3] buyurdu.

Muhabbet, sevileni her şeyden üstün tutmaktır. Hepimizin birinci derecede sevdiğimiz Allah’u Tealadır ve öyle olmalıdır. Hiçbir sevgi o sevginin üstüne çıkamaz. Sevgide ifrata düşülmemelidir. Her varlığı kendi sınırına kadar sevmelidir. Allah’ı (c.c) nasıl seveceğiz? Bunun yolunu kimden öğreneceğiz? Gibi sorulara cevap ise, bu yoldan daha önce geçmiş, bu sevgiyi elde etmiş zatlar ki bundan kasıt Sadat-ı Kiramdır. Onlara uymakla ve onları sevmekle, gittiği yoldan gitmekle onların manevi tasarrufatlarıyla elde edilir.

Şah-ı Hazne (k.s): “Muhabbetin elde edilmesi için en yakın ve kolay yol, bu kapının yoludur. Çünkü bu yolun esası iki temel üzerinedir. Bir sünneti takip etmek, diğeri ise kişinin mürşidini sevmesidir. İşte bu iki temele çalışmak gerekir.”

Mazhari can-ı canan (k.s): “Bütün kazançlarıma, mürşidimi çok sevmekle kavuştum. Saadetlerin anahtarı Allah-u Teala’nın sevdiklerini sevmektir.”

İmam Rabbani (k.s): Talebe,mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesiledir, vasıtadır. Maksad Allah’u Tealadır.”

Celaleddini Rumi (k.s): “Hocam Şemsi Teprizi’ye tam teslim oldum. Aklım ile hareket etmeyi bıraktım ve kurtuldum.”

Kaynakça;
[1] K.Risalesi  s. 450
[2] Kaynaklarıyla tasavvuf. C.2.s.145.146.
[3] Buhari müslim.Riyazüs-salihin.c.1. s.399.no.368.