Allah için Yapılan Ziyaretlerin Hediyesi Cennettir

Kardeşler! Bir Allah dostunu ziyaret etmenin ilk karı, Allah (c.c) için yapılan ziyaretin sevabına ulaşmaktır. Allah için sevilen bir Müslüman kardeşi ziyaret etmenin hediyesi ilahi muhabbet ve Cennettir. Resülullah Efendimizin (s.a.v)  şu müjdeleri ne güzeldir.
“Size Cennet ehl-i olanlarınızı haber vereyim mi? Bir şehrin (memleketin) öbür ucunda bulunan din kardeşini Allah rızası için ziyaret eden kimse Cennetliktir.”[1]
 
Peygamber Efendimizden (s.a.v) rivayetle Kudsi bir hadiste:
“Allah Teala buyurur ki: Benim için birbirini sevenlere muhabbetim hak olmuştur. Benim için birbirini arayıp soranlara muhabbetim hak olmuştur. Benim için birbirini ziyaret edenlere muhabbetim hak olmuştur. Benim için birbirini ikramda bulunanlara muhabbetim hak olmuştur. Benim için meclis kuranlara muhabbetim hak olmuştur.[2] buyrulmaktadır.
 
Resül-i Ekrem (s.a.v):
 “Allah için sevdiği bir kardeşini ziyarete giden kimsenin yoluna Allah meleklerden bir bekçi koyar. Melek adama:
“Nereye gidiyorsun? diye sorar. Adam: “Şu köyde (beldede) bir din kardeşim var, onu ziyarete gidiyorum der. Melek:
 “O senin bir yakının olduğu için mi gidiyorsun?  der. Adam: “Hayır, der. Melek: “Onun sana (maddi) bir iyiliği dokundu da teşekküre mi gidiyorsun? der. Adam:
“Hayır, ben onu sırf Allah rızası için seviyorum (ve bunun için ziyarete gidiyorum) der. Melek:
“Ben Allah’u Teala’nın sana gönderdiği bir elçiyim. Sana senin o adamı sevdiğin gibi Allah’ın da seni sevdiğini haber vermeye geldim.”[3]
 
 “Kim bir hastayı ziyaret ederse veya Allah için sevdiği bir kardeşini ziyarete giderse, görevli bir melek yoluna çıkıp: “Güzel bir iş ettin, bu yürüyüşün hoş oldu. Cennette kendine bir ev hazırladın, sana mübarek olsun.”[4] diye seslenir.

Allah için sevginin ve ziyaretin bundan başka bir hediyesi olmasa bile, bu kadarı insana kâfi gelirdi. Allah’ın bir kulunu sevmesinden ve ona cennetini vermesinden daha güzel ne vardır? Hele bu ziyaret edilen kimse, halkın irşadıyla görevli bir Allah dostu olursa, ziyaretin fazileti ve bereketi daha fazla olur.

Özet olarak, mürşide gitmekten maksat, Allah (c.c) rızasına ulaşmak, kötülükten kaçmak, hasta kalbe ilaç, garip gönle gerçek bir dost aramak, kısaca manevi bir hicret yapmaktır. Resülullah Efendimiz (s.a.v):
“Fitneler etrafı sardığı bir zamanda ibadete yönelen kimse, sanki bana hicret etmiş gibidir.”[5] buyuruyor.

Zamanımızın irşad kutbu Seyyid Abdülbaki Hazretleri (k.s) Kamil mürşitlerin nazarının etkisi konusunda buyurmuştur ki:
“Sadatı kiramın nazarı kaplumbağa nazarı gibidir. Kaplumbağa yumurtasını yapar, biraz geri çekilir. Yumurtaya bir müddet nazar eder, sonra onu kuma ve toprağa gömüp gider. Onun bu bakışı yumurtayı olgunlaştırmaya yeter ve belli bir müddet sonra yavru meydana gelir. Sadat-ı Kiramın nazarı da öyledir.” Zira kudsi bir hadiste şöyle buyrulur.
“Ben kulumu sevdim mi onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”[6]  İşte Sadati Kiram bu yüce devlete ermiştir. Allah Teala onlara bu yetkiyi vermiştir.
[1] Taberani.
[2] Ahmed b. Hanbel. Müsned
[3] Müslim
[4] Tirmizi. İbn-i Mace.
[5] Müslim.
[6] Buhari.

İsyan ve Teslimiyet Kavşağında

Olur ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve yine olur ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Allah bilir siz bilmezsiniz.

Bütün varlığı evirip çeviren, öldürüp dirilten, aç bırakıp doyuran, hasta edip şifa veren yalnızca Cenab-ı Mevlâ’dır. Mülkün yegâne sahibi O’dur ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Saniyenin milyonda, milyarda biri kadar zaman diliminde bile, âlemde O’nun isimleri tecelli eder. “O her an yeni bir tecellidedir.” (Rahman, 29).
O, sonsuz ilmi, kudreti ve güzelliğiyle her şeyin en mükemmelini ve en güzelini murad eder. Ve yarattığı her işte muhakkak gizli açık hikmetler, maslahatlar vardır. O, lüzumsuz şeylerle uğraşmaz.
O’nun irade edip yarattığı şeyler, hakkımızda şer gibi görünse de içerisinde bilemediğimiz nice hayır ve maslahatlar mevcuttur. Ayet-i kerimede buyurulmuştur ki:

“Olur ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve yine olur ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara, 216)

İnsan bu dünyada acı tatlı her şeyi yaşayarak tekâmül ediyor, öğreniyor, olgunlaşıyor. İyiyi kötüyle, tatlıyı acıyla, aydınlığı karanlıkla, yazı kışla anlıyor, ayırt edip kıymet biliyor. Böyle olmasaydı, insanlık hayır ve güzellik adına bir adım mesafe alamazdı.
Dert ve ıstıraplarımızın içinde kim bilir ruhumuza şifa bahşeden, bizi olgunlaştıran nice hayırlar gizlidir. Başımıza gelenlerin acı da olsa ne kadar öğretici, vicdanları aydınlatıp Hakk’a yönlendirici olduğunu herkes tecrübe etmiştir. Sabredip şikayet etmemek kaydıyla mümine isabet eden elem ve kederlerde büyük hayırlar gizlidir.
Eğer insan sabreder isyan etmez ise, musibetin her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler sabredenleri şöyle müjdelemektedir:

“Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)
“Mümin erkek ve kadının nefsinde, çocuğunda, malında bela eksik olmaz. Ta ki, hatasız olarak Allah’a kavuşsun.” (Muvatta)
“Mümin kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü hatta ufak bir tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle günahlarının bir bölümünü mağfiret eder.” (Buharî, Müslim)
“Allah bir kuluna hayır murad etti mi, onun cezasını öne alıp dünyada verir. Bir kulu hakkında da şer murad etti mi onun günahlarını tutar, kıyamet günü cezasını verir.” (Tirmizî)

Dert ve musibetler sadece hataları temizlemekle kalmayıp, insanın Allah katındaki değerini de artırmaktadır. Kıyamet günü afiyet ehli kimselerin, bela ehline sevapları verilince onlara çok gıbta edecekleri bildirilmiştir.
Rabbimizin, nefsimize acı gelenleri de dahil olmak üzere bütün fiillerinden hoşnut olmak, takdir ve kazasını memnuniyetle karşılamak, başa gelen hadiselere katlanıp sarsılmamak rızadır. Bir ifadeyle “Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” diyebilmektir. Bu durum, başlangıç itibariyle iradî ve kesbî olmakla birlikte, nihayeti itibariyle Cenab-ı Hakk’ın sevdiklerine ihsan eylediği bir hal ve makam olarak tarif edilir. “Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah’tan razıdır. Bu, Rabbinden korkan kimseyedir.” (Beyyine, 8)

İnsan ibadeti, kulluğu ciddiye alarak muhabbeti nispetinde ilerler, tevekkül, teslimiyet ve ihsanı elde ettikten sonra rızaya ulaşır. Bu, her müminin ulaşmaya çalışması gereken bir hedeftir. O yüzden tasavvuf yolunda “İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî: Ya Rabbimaksadım sensin ve senin rızanı talep ediyorum.” ibaresi sıkça tekrar edilir. Bunun gerçekleşmesi için önce kulun Rabbinden razı olması gerekir.

Süfyan-ı Servî Hazretleri k.s. bir gün Hz. Rabia Hatun’un yanında “Ey Allahım bizden razı ol” diye dua eder. Bunun üzerine Hz. Rabia k.s. şöyle der: “Sen Allah’tan razı olmadığın halde O’nun rızasını istemekten utanmıyor musun?” Süfyan-ı Servî mahcup bir edayla sorar: “Kul Allah’tan nasıl razı olur?” Rabia Hatun şöyle cevap verir: “Kulun musibete sevinmesi, nimete sevinmesi gibi olduğunda Allah’tan razı olur.”

Seven, sevdiğinin bütün işlerinden hoşnuttur. Sevgisi uğruna katlandığı acıları hissetmez. Mısır’ın ileri gelen kadınlarının Hz. Yusuf Aleyhisselam’a hayran olarak farkında olmadan ellerini kesip acı duymamaları gibi.
Kulun Allah’tan rızasının da muhtelif dereceleri vardır. Bunların ilk mertebesi olan Cenab-ı Hakk’ın rabliğini rıza ile karşılayıp başka arayışlara girmemek herkese farzdır. “De ki: O her şeyin rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rabb mi arayacağım?” (En’âm, 164). Böyle bir rıza tevhidin esası ve aynı zamanda imanın da şartıdır.

Bunun dışında Allah sevgisinin kalbe hakim olması, O’ndan başka sevgililerin gönüle sokulmaması, Hakk’ın dışındaki varlıkları da Hakk adına sevmek gerekir. O’nun sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemek kulun Rabbinden rızasının en belirgin özelliğidir.
Yine rızayı isteyen müminlerin, haklarındaki ilâhi takdir ve kazaya itiraz etmeleri, şikayetçi olmaları da düşünülemez. Kaza ve kadere itiraz anlamı taşıyan sözler, şikayet etmeler bir nevi kaderi tenkittir. Kaderi tenkit etmek ise büyük bir hatadır.

Her şeyde bir hayır olduğunu ve Allah Tealâ’nın rahmetiyle kuşatıldığını bilmek ve zor zamanlarda sabırlı olmak gerekir. Şükür daha çok lütufa yol açarken, şikayet musibeti artırır ve merhamet yollarını kapatır.

Yüce Mevlâmız bir kudsî hadiste şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ben, ibadete layık olan bir Allah’ım, benden başka mabud yoktur. Kim ki belama sabretmez, kazama rıza göstermez ve verdiğim nimete şükretmezse benden başka Rab arasın.” (Taberanî)
Hacı Bayram-ı Veli k.s. Hazretleri’nin söylediği gibi, hiçbir şey O’ndan izinsiz, takdiri olmaksızın meydana gelmez. Ve O’nun her işi bir hikmetledir. Bize düşen biraz sabır ve teslimiyet…

Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Arif anı seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Rabbimizin tevfik ve inayeti ile..
Mübarek EROL
Allah Onlardan Razı Olsun.

Mülk ve Emanet

Müberrâ dinimiz İslâm, bütün yönleriyle bir denge ve itidal dinidir. Cenab-ı Mevlâ, bu dengenin düsturunu mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Allah Rasulü s.a.v. aracılığıyla bizlere ulaştırmıştır. Dinimizin emir ve yasakları dünya ve ahiret hayatımız için birer anahtardır, dengedir. Ebedi saadetimiz bu dengeyi korumamıza bağlıdır.

İnsanoğlu olarak bu dünyaya imtihan için geldik. Mükellef olduğumuz andan itibaren her an, her dakika bir imtihandan geçmekteyiz. Allah’a karşı kulluk vazifelerimiz ortaktır. Fakat imtihanımız halimize, vazifelerimize ve imkanlarımıza göre değişmektedir. Babanın evladına, evladın da babaya karşı vazifeleri farklıdır. Dolayısıyla imtihanı da farklıdır. Ancak değişmeyen şey, her mükellef kulun bir imtihandan geçmekte olduğudur. Zenginlik ve fakirlik de böyledir.

Mülkün gerçek sahibi Allah Tealâ’dır. Kaza ve kader O’nun kudret elindedir. Fani olan insan ise sadece bir emanetçidir. Fakirlik bir kusur olmadığı gibi, zenginlik de bir fazilet değildir. Fakir kimse sabır ve tevekkülle imtihan olunur. Zengin kimse ise, Allah’ın vermekle yükümlü kıldığı malları vermek, dünyaya karşı hırslı olmamakla vazifelidir. Eğer bu vazifesini yerine getirirse, Allah’ın ebedi ihsanına mazhar olur.

Mülk ve Emanet

Fakirlik çetin bir imtihan olarak görünür. Çünkü fakir görünüşte muhtaçtır, dünyevî zorluklarla mücadele etmektedir. Zengin ise zahirde muhtaç değildir, malı mülkü vardır. Ancak hakikat böyle değildir. Fakir için çetin görünen bu durum, eğer sabrederse, Rabbine tevvekkül ederse kolaylaşır. Zorluk kolaylığa çevrilir.
Zenginlik ise bu bakımdan daha aldatıcıdır. Nefsi azdırır, insana vekil olduğunu, emanetçi olduğunu unutturur. Zengin daha dikkatli olmak zorundadır. Allah’ın vermekle yükümlü malî ibadetleri yapmak, infak etmek zorundadır. Ayrıca zenginliğini doğru yolda kullanmak ve İslâm üzere idare etmek zorundadır.

Dünya malı aynı zamanda fakir ile zengin arasında bir irtibat vesilesidir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:
“Birbilerini sevmekte, karşılıklı acımak ve esirgemek konusunda müminler, bir uzvu hastalanınca diğer azaların da uykusuz ve ateş içinde kaldığı, acısına ortak olduğu beden gibidir.” (Buharî, Müslim)
Zenginlik, sahip olduğu mülk üzerinde gelip geçici bir emanetçi olduğunu bilen kimse için bulunmaz bir fırsattır. Çünkü bu sayede malını Allah yolunda harcar, Allah’ın dininin insanlara ulaşmasına vesile olur. Malı ile ailesinin, akrabalarının, komşularının  ve müslüman kardeşlerinin sıkıntılarını giderir. Onların dualarını alır. Böylece Allah’ın dostları arasına girer.
Allah Rasulü s.a.v. buyuruyor:

“Zulümden sakınınız. Çünkü zulüm kıyamet gününde karanlıklar halinde karşınıza çıkar. Cimrilikten sakınınız. Çünkü o sizden evvelkileri helâk etti. Onların birbirlerinin kanını dökmelerine ve haramları helal saymalarına yol açtı.” (Müslim)

İslâm çalışıp kazanmaya, mal mülk sahibi olmaya izin vermiştir. Bu konuda haram yollara sapmadıkça herhangi bir yasak koymamıştır. Cenâb-ı Mevlâ’nın zengin kullarından istediği sadece emir ve yasak sınırlarını gözetmek ve fakirin hakkını vermeleridir.

Sahabeden Muaz r.a.’tan şöyle rivayet edilmiştir:
“Allah Rasulü s.a.v. beni Yemen’e vali olarak gönderirken şöyle dedi:
– Sen ehl-i kitap kimselere gidiyorsun. Onları Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın Rasulü olduğuma şehadet getirmeye davet et. Şayet onlar buna itaat ederlerse, onlara Allah’ın her gün ve gecede kendilerine beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Onlar buna da itaat ederlerse onlara, Allah’ın kendilerine zenginlerden alınıp fakirlere verilmesi için zekâtı farz kıldığını haber ver. Şayet onlar buna da itaat ederlerse mallarının en iyisini almaktan sakın. Mazlumun duasından sakın. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Müslim)
Dünya malı, hakikatin farkında olmayan kimse için perişanlık sebebidir. Çünkü o kendisini mülkün gerçek sahibi sanır. Malını temizlemek için zekâtını vermez. Emanetçi olduğunu unutur, vekilliğini hakkıyla yerine getirmez. Daha da ileri gider, ölümü unutur, ölümlülüğünü unutur.

Hak aşığı Yunus Emre ne güzel söylemiştir:
“Mal sahibi mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan.”
Yine evliyanın büyüklerinden İbrahim Ethem k.s. hazretleri şöyle buyurmuştur:
“İnsan, şu üç perdeyi gönlünden gidermeyince, ilahî saadet kapısı ona açılmaz:
Birincisi; bu dünyayı bir ucundan diğer ucuna mülküne verseler sevinmesin. Eğer sevinirse hırs sahibidir. Hırs sahibi olan dilekten mahrumdur.
İkincisi; dünyayı karşılıksız eline verseler, sonra da geri alsalar üzülmesin, kaygılanmasın.
Üçüncüsü; bir kimse onu övünce sevinmesin ve yine bir kimse ona sövünce üzülmesin.”
Dört büyük mezhep imamından biri olan Ahmed b. Hanbel rh.a. hazretlerinin aşağıda açıklamış olduğu düstur da meselenin itidal yönünü öne çıkarmaktadır:
“Ahmed b. Hanbel rh.a. sordular:
– Zühd nedir?
Ahmed b. Hanbel rh.a. şöyle cevapladı:
– Zühd üç türlüdür:
Birincisi, haramı terk etmek ki bu avamın zühdüdür.
İkincisi, helâlin da çoğunu terk etmektir ki bu da seçkin olanların zühdüdür.
Üçüncüsü ise, Allah’tan alıkoyan her şeyi terk etmektir ki, bu da âriflerin zühdüdür.”
Allah dostlarından Maruf-i Kerhî k.s. hazretleri cömert insanı şöyle tarif etmiştir:
“Cömerdin alameti üçtür: Allah’ın emrine uyarak verir, istenmeden verir ve minnetsiz şefkat gösterir.”
Müslümanın hayat prensibi Allah’ın ve Rasulü’nün gösterdiği yoldan ayrılmamaktır. Haramdan sakınmak, helal kazanç için gayret göstermektir. Mülkün emanet olduğu şuuruyla hareket etmektir.

Sözümüzü Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’in tavsiyeleri ile bitirelim:
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana terk etmez. Kim din kardeşinin ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun bir ihtiyacını karşılar. Kim bir müslümandan bir dünya sıkıntısını giderirse, Allah da buna karşılık ondan kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderir. Kim bir müslümanın ayıbını gizlerse Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter.” (Buharî, Müslim)
Rabbimizin tevfik ve inayetiyle…
Mübarek EROL
Mülk ve Emanet

Saç boyası, peruk, oje konuları Üzerine

Vücut Temizliğinde Süre
Vücut temizliği, doğumla başlayan ve ölüme kadar devam eden bir vazifedir.
Vücut temizliğinin süresi şahsa, şartlara, işe ve iklime göre değişir.
Haftada bir kere bütün vücudu yıkamak sünnettir. Vacip diyen alimler de vardır. Bu temizliğin mümkünse cuma günü yapılması sünnettir.
Tırnaklar altına kir ve pislik birikecek duruma gelince kesilmelidir. Bunun haftada bir olması en güzelidir. Gece tırnak kesilmesi mekruh değildir.

Koltuk altı ve etek tıraşı onbeş-yirmi gün içinde yapılırsa güzel olur. Temizlik süresi kırk günü geçmemelidir. Allah Resulü, etek ve koltuk tıraşı için en fazla kırk gün izin vermiştir.

Bıyıkları belirli aralıklarla kısaltmalıdır. Bıyıkları dudakların üzerine sarkacak şekilde uzatmak mekruhtur. Hadislerde, müşrik ve Mecusîler’e benzeyen bir bıyık şekli yasaklanmış ve kısaltılması emredilmiştir.

Haftada bir başı tıraş etmek ve başı sürekli temiz tutmak, gerektiğinde taramak sünnet ve sevaptır. Saçları karışık, dağınık ve kirli tutmak mekruhtur. Saçları aşırı derecede uzatarak kadınlara benzemek, bu konuda gayri müslimleri taklit etmek, saçları örmek tahrimen mekruhtur. Başın bir kısmını tıraş edip bir kısmını bırakmak yasaklanmış olup mekruhtur. Başı yol yol aralıklarla tıraş etmek de mekruhtur. Saçın ya hepsini tıraş etmeli veya hepsini bırakmalıdır.

Tırnaklardaki Oje Abdest ve Gusle Manı midir?

Önce şunu belirtelim: Kadın eline kına yakabilir; farklı bir madde de kullanabilir. Bu süslenme kocasına karşı olunca haram olmaz. Ancak kullanılan madde oje ise bunun için abdest ve gusülde dikkat edilecek farklı durumlar vardır.
Oje altına suyu geçirmez. Bu durumda abdest ve gusle engel olur. Bunun için oje kullanmış birkadın abdest veya gusül alırken ojeyi temizlemelidir. Aksi takdirde abdesti ve guslü olmaz.
Abdest olmayınca namaz da sahih olmaz.
Hayızlı veya lohusa halindeki bir kadın namaz kılmayacağı için bu süre içinde oje kullanabilir. Hayız ve nifastan sonra gusül alırken ojeyi temizlemelidir.

Bu tür maddelerin insan sağlığına verdiği tahribat da düşünülmelidir. Deriye yapışıp hava ile temasına mani olan veya vücudun terlemesini engelleyen maddelerin vücuda zarar verdiğini bilmelidir. Bunun için süs veya koku maddelerinin tabii olanını seçmeli, suyun deriye geçmesini veya vücudun terlemesini engellemeyen türleri tercih etmelidir.
Bir de bu tür süsleri fasık kimselere benzemek için yapmamalıdır. Bir süs ve elbisenin maddesi ve kullanılması helal de olsa, fasık ve kafirlere benzeme niyeti olunca harama dönüşür. Yine bir kadın için, bazı süslenmeler sadece kocasına karşı helaldir; süs ve koku yabancı erkeklere karşı olunca harama dönüşür.

Saç Eklemek Caiz midir?

Saçları dökülen veya azalan bir kadının saçlarına başka bir insanın saçını eklemesi haramdır. Bu saçın bir erkeğe veya kadına ait olması farketmez.Bunda aldatma vardır. Ancak, kadının insan saçı dışında naylondan, bitkiden, hayvanın deri veya kılından yapılmış şeyleri saçlarına ek yapması caiz görülmüştür.
Saça saç eklemek hadislerde lanetlenmiştir. Bu da onun haram olduğunu gösterir. Bununla ilgili bir rivayette Hz. Ebu Bekir’in (r.a) kızı Esma (r.ah) şunları anlatmaktadır:
Hz. Peygamber’e (s.a.v) bir kadın geldi ve, “Ey Allah’ın Resulü! Benim gelin olacak bir kızım var. Kızamığa yakalandı, saçları döküldü. Şimdi onun saçına saç ekleyeyim mi?” diye sordu. Bunun üzerine Resulullah (SAV)
-“Saçına saç ekleyene ve eklettirene Allah lanet etsin!” buyurdu.
Saçı dökülen bir kadına kocası saç eklemesini istese bile yine caiz olmaz. Haram olan bir konuda kocanın sözü dinlenmez.
Saçı dökülen kimse ne yapabilir? Saç tedavisi yaptırabilir. Bunun için fayda verecek çeşitli ilaç ve yöntemleri kullanabilir. Bu, saça saç eklemek gibi değildir.

Peruk Takmak Caiz midir?

Peruk insan saçından ve başka maddelerden yapılmış olabilir. Bazı alimler, saça insan saçı eklemekle, ekleme yapmadan başa peruk şeklinde saç veya başka bir maddeyi koymayı ayrı tutmuşlardır. Buna göre saç eklemek caiz değildir, fakat peruk takmak caizdir. Peruk, kadının kendisine nikah düşen kimselerin yanında değil, başını açması caiz olan yerlerde takılabilir.

Saçları dökülen evli bir kadın evinin içinde, ailesi ve kocası yanında başını açık tutabileceği için, kocasının izni ile peruk takabilir. Bunda bir aldatma yoktur. Kocasına karşı güzel görünmek için elden geldiği kadar süslenmek caizdir.

Yine saçları dökülen genç bir kız ailesinin ve kendine nikah düşmeyen yakınlarının yanında peruk takabilir. Ancak bu kıza evlenme teklifi geldiğinde karşı tarafa durumu bildirmelidir. Koca adayı kızın saç durumunu bilerek kabul ederse, bu da aldatma olmaz.
Dışarıda peruk takmak caiz değildir. Bunda aldatma olduğu gibi, örtünme de yoktur. Bazen peruk kadını daha güzel ve daha genç gösterir. Bu durumda tesettür niyetiyle kullanılması caiz olmaz. Bu fayda değil zarar verir.

Kadının yabancı erkeklerin yanında peruk takması için ciddi bir mazereti olmalıdır. Böyle bir mazereti olduğuna inanan bir kadın, insan saçı dışında, naylondan, sentetik maddelerden, devetüyünden veya at kılından mamul bir peruk kullansa, başını kendi saçı dışında başka bir madde ile kapatmış olur; ancak fitneden korunmuş olmaz.

Bazı kadınlar vardır ki, peruk değil, baş örtüsü kullandıkları ve elbise giydikleri halde örtünmeyi yanlış ve noksan yaptıklarından, açık kadınlar sınıfına katılmıştır. Allah korusun, hadis-i şerifte, bu kadınların elbiseyi dikkat çekmek ve haram zevklerini elde etmek için giyindiklerinden, cehennemlik oldukları bildirilmiştir.

Saç Boyamak Caiz midir?

Resulullah Efendimiz (s.a.v), “Saçı olan kimse ona ikramda bulunsun” buyurmuştur. Saça ikram, onu temizlemek, güzelleştirmek, taramak, yağlamak, kokulamak şeklinde olur. Ağaran saç, sakal ve bıyığın siyah dışında bir renge boyanması caizdir. Ashab-ı kiramdan Hz. Cabir (r.a) şöyle anlatır:
“Mekke fethinde Hz. Ebu Bekir’in babası Ebu Kuhafe’yi Resulullah’ın (s.a.v) huzuruna getirdiler. Saçı sakalı bembeyazdı. Resulullah (s.a.v) onun bu halini görünce,
-“Bunun (ağarmış saç ve sakalın) rengini değiştirin, ama siyah renkten de kaçının” buyurdu.
Erkekler, süs için değil de bir maslahat için saçlarını siyaha boyayabilirler. Mesela, düşman karşında genç ve heybetli görünmek için yaşlı bir müslüman saçlarını siyaha boyayabilir. Erkekler için saç ve sakallarını sırf siyaha boyamak yasak edilmiştir. Ancak diğer bitkisel boyaların içine bir miktar siyah renk katarak boyamak yasak değildir. Erkeğin başka kadınlara genç ve sevimli gözükmek, yaşını farklı göstermek için saçını siyaha boyaması mekruhtur.
Evli olan kimsenin hanımı için saçını siyaha boyamasının caiz olduğunu söyleyen alimler de vardır; çünkü bunda kimseyi kandırmak yoktur. Sahabe ve tabiînden saçını siyaha boyayanlar olmuştur.
Kadının kocasına karşı süslenmek için saçlarını siyaha boyaması caizdir. Kocanın razı olduğu diğer renkler de kullanılabilir. Kadın saçını boyarken şunlara dikkat etmelidir:
Boya temiz maddelerden oluşmalıdır. Aslen pis olup katıldığı terkip içinde özelliğini kaybetmemiş madde bulunmamalıdır. Genç görünerek insanları özellikle evleneceği kimseyi aldatma niyeti olmamalıdır.
Boya altına suyu geçirmeyen cinsten ise, saç diplerine vurulmamalı, saç diplerinde bir tabaka oluşturmamalıdır.
Kadının saçlarını tıraş etmesi veya kökten kazıması mekruhtur. Bunu bir hastalık sebebiyle yapmışsa bir mahzuru yoktur.
Kadının yaratılışını değiştirmek ve erkeklere benzemek için saçlarını kazıması haramdır. Hadiste şöyle buyrulmuştur:
“Allah Teala erkeğe benzemeye çalışan kadına ve kadına benzemeye çalışan erkeğe lanet etmiştir.”

Kolonya ve Parfüm Türü Kokuların Durumu

İmam-ı Azam’a göre ispirto ve alkol madde olarak şarap gibi necis değildir. Bunların içilmesi haramdır, fakat temizlik ve koku giderici maddelerde kullanılmasına haram denmez. İçine alkol katılarak elde edilmiş kolonya ve benzeri koku maddelerinin ele veya elbiseye sürülmesi ile abdest bozulmaz. Bu maddelerden elbiseye bir miktar sürülmesi namaza mani olmaz.
Buna göre kolonya ve ispirto gibi şeylerin içilmeleri haram ise de bunların alınıp satılmaları ve kullanılmaları caizdir.
Esans, koku, parfüm ve benzeri şeylere katılan maddeler, necis olsalar bile, az olup değişime uğradığı ve karışım içinde aslını kaybettiği için, zarar vermez, kullanılabilir.

Aslı pis olan bir madde kimyevî bir değişim ile başka bir maddeye dönüşürse, temiz olur. Şarabın sirkeye dönüşünce temiz olup kullanılmasının caiz olması gibi..

İlaçlara katılan alkol ve benzeri maddeler, bu terkip içinde aslını değiştirmiş ve hükmünü yitirmiş olduğundan kullanılabilir. Bir de kolonya türü maddelerin kokusu bazı insanları rahatsız edici olabilir. Mubah olması güzel olması manasına gelmez.
Güzel kokmak ve vücuttaki kötü kokuları gidermek için kullanılacak pek çok madde vardır, onları tercih etmelidir. Şunu da hatırlatalım, Şafiî mezhebinde kolonya maddesi de şarap gibi pis ve haram görülmüştür. Bu tür maddelerin içilmesi gibi kullanılması da haramdır. Bunun için bulaştıkları yerin yıkanması gerekir. Bu hükmü de dikkate alarak içinde alkol türü maddelerin bulunduğu kokuların hiç kullanılmaması veya tedbirli kullanılması, mümkünse kullanılan yerlerin yıkanması güzel olur.

Kadının kokusunu dışa vuran maddelerle kokulanıp evinin dışında yabancı erkeklerin arasında bulunması, çarşı-pazarda gezmesi, mescide gitmesi, yolculuk yapması haramdır. Kadın evinin içinde de kocasının hoşlandığı kokuları sürmeli, onun rahatsız olduğu koku ve boyalardan sakınmalıdır.
Dr.Dilaver SELVİ
Allah Onlardan Razı Olsun..

Babanın Evladına Bıraktığı Miras

“Toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önüne geldik. Ankara’da Bakanlıklar. Diyelim ki, taksi parası 9.75 TL tuttu, ben 10 TL uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarıda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Şoför, para üstü var mı diye aranmaya başladı.

– Üstü kalsın kardeşim” dedim.
Döndü bana doğru:
– Vaktin var mı ağabey ?” dedi.
– Evet” dedim (tek ayağım hala dışarıda)
Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 krş uzattı. Belli ki para bozdurmuş.
– Birader” dedim,”9.75 değil,10.50 yazsa ister miydin 50 kuruş benden?”
– “Ne alacağım ağabey 50 kuruşu!”
– Peki, niye gittin 25 kuruş için o kadar uğraştın. Üstü kalsın demiştim.”
Döndü bana, attı kolunu arkaya:
– “Vaktin var mı ağabey?”
– “Var.”
– Çek kapıyı o zaman.”

5 dakika konuştuk. İngiltere’de Profesöründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dakikada öğrettiklerini, İngiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler:
– “Ağabey biz Keçiören’de 5 kardeşiz. Babam rençberdi, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık.”
“Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize” Durun kalkmayın” derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.”
“Aha” dedim, “Bizim meslekten”, seminerci.
– “Ne anlatırdı baban ?”
– “Hayatta nasıl başarılı olunur ?”

” O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.”
– Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantolonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp “Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın” diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı,”Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır” derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları birahane işletiyor, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü. Yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musunuz?”

– “Ne bıraktı?”
– “Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı : “Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın.” Falan filan…
“Ağabey, aradan 15 yıl geçti…”
“Diğer babanın 2 oğlu şu anda cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı.”
“Biz 5 kardeş, beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var. Hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var.”
“Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :
– “Asıl miras ı bizim baba bırakmış.”
“Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetre nin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah’a şükür.”

Çok duygulandım, veda ettim. Tam ineceğim:
– “Dur ağabey, asıl bomba şimdi!”
– Nedir bomban ?”
– Nerede oturuyoruz biliyor musun ? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.”
Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.

Helal Kazanç ve Rızık

Helal Kazanç ve Rızık

“Ey insanlar! Allah’tan korkun ve rızkınızı güzel yollardan talep edin. Zira insanın rızkı gecikse bile, kendisine ait olan rızkı tamamlamadan ölmez. Öyleyse Allah’tan korkun ve rızkınızı güzel yollardan talep edin; helâl yoldan alın, haram olanı bırakın!”
O halde ölen kişi rızkı bittiği için ölüyor. Rızık bitince ölüm gerçekleşiyor. Allah Teâlâ ölüm için bazı sebepler halk eder. Kimisinin ölümüne açlık sebep olurken, kimisine kaza sebep olur, bir diğerine deprem neden olur. Görüldüğü gibi kıtlık, kuraklık, hastalık, kaza, deprem ve benzerleri sadece birer sebeptir.
O Bizim Rızkımızı Bekledi

    İsmail Fakirullah hazretleri, çocuk yaşta bir talebesini çeşmeye su almaya gönderdi. Çocuk çeşmeye gitti, fakat orada oyun oynayan arkadaşlarına takıldı, testiyi bıraktı ve onlarla oynamaya başladı. Aradan iki saat geçti. Nihayet su almaya geldiğini hatırladı ve, “Eyvah, yandım” dedi ve testiyi aldı, suya koştu, suyu doldurdu ve götürdü; ancak diğer arkadaşları,

“Sen nasıl hocamızı bekletirsin”

    diyerek onu dövmeye başladılar. Yapmayın, etmeyin, vurmayın derken, Fakîrullah hazretleri çıkıp geldi.

-”Ne oluyor, ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Çocuklar,
-”Efendim, bu edepsiz tam iki saat oyuna dalmış, suyu geç getirdi” dediler. Mübarek zat şöyle buyurdu:

    -”Dokunmayın çocuğa! Allah Teâlâ ezelde herkesin rızkını ayırmış ve üzerine ismini yazmıştır. Bu arkadaşınız çeşmeye gittiğinde, bize ait olan su daha yoldaydı, o bizim rızkımızı bekledi. Yüce Allah bir gaflet verdi, unutturdu. Ne zaman bizim su çeşmeye geldi, o zaman hatırlattı. Dolayısıyla o gittiği zaman dolduramazdı; çünkü o rızık bize ait değildi. Hiç kimse bir başkasının rızkını yiyemez.”

Muhammed b. Salim hazretlerine,
-”Çalışıp kazanmak mı yoksa ahiret için çalışıp, dünya için tevekkül etmek mi daha uygun olur?” diye sorulduğunda, hazret şu cevabı vermiştir:

”Tevekkül Resûlullah’ın (SAV) halidir. Çalışıp kazanmak da onun sünnetidir.”

    • “O halde tevekkül nedir? Tevekkül, sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi Allah’tan beklemek, rızkın O’ndan olduğunu bilmektir.”

Aslan Gibi Olmak

    • Hikâye edildiğine göre adamın biri, ayakları olmayan bir tilki gördü. Bu hayvanın nasıl yaşadığına hayret etti, kendi kendine,

-”Bu hayvanın ayaklan yok! Ne yer de geçinir, nasıl yer de yaşar?”

diye düşünmeye başladı.

    Tam bu sırada çakal avlamış bir aslan oradan geçti. Aslan pençesindeki çakalı yedi, artığını da bırakıp gitti. Tilki de onun artıklarını yedi ve doydu.

Adam başka bir gün, başka bir vesileyle tilkinin yine karnının doyduğunu görünce şöyle dedi:
”Mademki tilkinin rızkı ayağına kadar geliyor; o halde zahmete girip karınca gibi çalışmama ne lüzum var? Gidip bir köşede oturur rızkımı beklerim. Allah kısmet etmezse aslan gibi bir hayvan bile nasibini bulamaz.”

    Adam bir mescide girip bekledi, durdu. Ne gelen vardı ne giden. Ne bir tanıdığı uğradı ne de bir yabancı …

Yiyecek de yoktu. Ceng denilen saz aleti gibi bir deri, bir kemik kaldı. Sabrı tükendi. Zayıfladı ve aklı fikri karıştı.

O esnada kaldığı mescidin mihrabından şöyle bir ses geldi:

    -”Ey kötü adam! Kendini sakat, kötürüm tilki yerine koyma! Kalk, git, aslan gibi yırtıcı ol. Öyle çalış ki aslan gibi senden artık kalsın. Âciz tilki gibi artık yeme. Aslan gibi ensesi kalın iken çaresiz kalmış tilki gibi oturan adamdan köpek daha iyidir.”

Hikâyeyi nakleden Şeyh Sadi-i Şirazi hazretleri der ki: “Çalış, rızkını kazan. Hem kendin ye hem de başkalarına yedir. Başkasının artığına göz dikme. Kolunun kuvvetiyle, gayret göstererek nasibini elde et ve başkalarını da rahat ettir. Alçaklar gibi onun bunun eline bakma.
Ey genç! Kendini düşürüp de “aman elimden tutun” deme. Aksine ihtiyar fakirin elini tut.
Sebepler Dünyası
Dünya, sebepler dünyasıdır. Bütün işler sebepler altında tecelli eder. İlâhî âdet böyledir. Zira O, her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Fakat bazan sebebe yapışıldığı halde iş hâsıl olmayabilir veya sebepsiz de hâsıl olabilir. Ancak yüce Allah sebeplere tevessül etmemizi emir buyurmuştur.
Helal Kazanç
Şunu da belirtelim ki rızık, maaşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. Fakat Allah emrettiği için çalışmak lazımdır. Çünkü rızık mukadderdir, ezelde takdir edilmiştir. Rızkımızın bizlere ulaşması için aradaki sebepler birer perdedir. Allah Teâlâ her canlıya takdir ettiği rızkı sebepler eliyle göndermektedir. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler birer sebeptir.
Siraceddin ÖNLÜER
Bu yazı Siraceddin Önlüer’in “Helal Kazanç” isimli kitabından alıntı olup tanıtım yazısıdır.
Allah Onlardan Razı Olsun.

Şaka ve Mizah Adabı Üzerine

Yaratılmışlar arasında insanın çok farklı ve özel bir yerde olması, kendisine verilen özellikler sebebiyledir. Onda bulunan tüm hasletlerin arasında mizah veya şaka yapabilme yeteneğine sahip olması ve ayrıca gündelik hayatında da bunu bir ihtiyaç olarak hissetmesi, onu diğer canlılardan ayıran temel özelliklerden birisidir. Psikologlar, insanın temel üç benlik durumundan bahsederler: Bunlar, çocuk benlik durumu, yetişkin benlik durumu ve ana-baba benlik durumudur. Bu benlik durumları, zannedildiği gibi insan hayatının belli yaşlarda geçirdiği evreler değildir. Yani yetişkin bir insan zaman zaman çocuksu hareketlerde bulunabilir ve hatta buna ihtiyaç hisseder, hayatının evrelerinde rolden role girer.

Büyük alimlerden Cahız

    • (h. 159/255), insanların her zaman ve mekanda ciddiyet adına katı bir tutum sergilemelerini, müsamaha, kolaylık ve incelik göstermemelerini, kısacası hiç şaka yapmamalarını doğru bulmaz. Her şeyin bir ölçüsü, yeri ve zamanı olduğunu belirtir.

“Yerinde ağlamak, yerinde gülmek, yerinde tebessüm ve yerinde ciddiyet gerekir”

    diyerek, adeta yukarıda sözünü ettiğimiz benlik durumlarına göndermede bulunur.

GÜLMENİN ÖLÇÜSÜ

İslam dini

    • , insan hayatının her karesine ölçü koymuştur. Dolayısıyla gülmenin, şakalaşmanın da bir ölçüsü vardır. İslam uleması, iki tür mizahı,

“mizah-ı mahmud=övülmüş mizah”

    ve “mizah-ı mezmum=kınanmış mizah” diye ikiye ayırmışlardır. Tasvip edilen mizahın, insanların arasını açmak yerine dostluğu pekiştirdiğini, kötü mizahın ise düşmanlığa sebep olduğunu, doğruluğu giderdiğini, haset ve düşüklüğe sebep olduğunu söylemişlerdir.

Ölçülü bir şekilde yapılan mizah türüne alimler genellikle cevaz vererek şaka ve mizahın, yemekteki tuz gibi yani tam kıvamında olmasını öğütlemişlerdir. Dolayısıyla onlar, insan tabiatının, ciddiyet kadar önemli bir yönü ve ihtiyacı olan şaka ve mizahı toptan sakıncalı görmedikleri gibi, “kişiye ancak sevdiği şaka yapar” diyerek, meşru çerçevede yapılması yönünde teşvikte de bulunmuşlardır. Şakanın ölçülü, yerli yerinde ve zamanında yapılması gerekir. Alimler fazla şakanın ahmaklığa, hiç şaka yapmamanın da noksanlığa sebep olduğunu söylemişlerdir.

PEYGAMBERİMİZ DE (S.A.V) ŞAKALAŞIRDI

Hz. Peygamber (s.a.v) bizzat kendisi şaka yaptığı gibi, kendine yapılmasını da hoşgörüyle karşılamış ve hatta mukabil şakalar yapmıştır. Hz. Peygamber, gerek çocuklarla, gerekse yetişkinlerle (sahabilerle) şakalaşmıştır. Sahabeden bazıları da birbirlerine ve Hz. Peygamber’e şakalar yapmışlar ve onu güldürmüşlerdir. Sevgi ve saygı göstermenin ve insanlar arası iletişimin değişik yollarından biri olan mizah ve şaka, sahabe tarafından kendisine yapıldığında Hz. Peygamber tebessümle ya da mukabil bir şakayla karşılık vermiştir.

BAZI ŞEYLERİN SAKASI OLMAZ

Müslüman hayatını her şeyden bağımsız ve kayıtsız yaşamaz. Onun için hayatın her anında, kendisine yol gösteren kurallar bütünüyle yaşar. Bu sebeple o, şakalaşırken bile dininin emir ve tavsiyelerine riayet eder. Bu itibarla, şakalaşırken dikkat edilmesi gereken bazı noktalar bulunmaktadır:

    Dini mizah konusu yapılmamalı, mizah ve eğlenme konusu dini bir şeyle ilgili olmamalıdır. Akaidle ilgili hiçbir konu şaka ve mizah konusu edinilmemelidir. Nitekim bu gibi hususlarda şaka yapmanın kişiyi dininden edebileceği alimlerce bildirilmiştir.

Kendisinde şakanın yapılamayacağı konulardan biri de boşama mevzuudur. Çünkü boşamanın şakası da ciddisi de birdir; hepsi ciddi kabul edilir. Nitekim İmam-ı Azam ile İmam-ı Şafii’ye göre, bir şahıs şaka yoluyla karısını boşasa, boşama gerçekleşmiş olur. Çünkü aile şakayla oynanacak basitlikte bir kurum değildir. Efendimiz’in (s.a.v) “Üç şeyin şakası yoktur, şakası da ciddidir…” hadisinden boşamanın da şakası olmayacağı hükmünü çıkarmışlardır.

    Bunun yanında Rasulullah Efendimiz’e (s.a.v) ait, sakal, misvak, gümüş yüzük kullanmak gibi sünnetler mizah konusu yapılmamalıdır.

“BEN, ŞAKA YAPARKEN BİLE SADECE HAKİKATİ SÖYLERİM”

    • Şaka ve mizah yaparken harama yol açılmamalı, yalan söylenmemelerdir. Rasulullah (s.a.v) bu hususta, “Ben şaka yaparım; fakat ben, şaka yaparken bile sadece hakikati söylerim” buyurarak, şaka yaparken bile doğru sözlü olunmasını, yalan söylenmemesini tembihlemişlerdir. Bir hadislerinde,

“Yazıklar olsun milleti güldürmek için yalan söyleyen kimseye, yazıklar olsun, yazıklar olsun!”

    buyurmuştur.

Yukarıda da dediğimiz gibi şaka ve mizah yemekteki tuz kadar olmalıdır. Yemeğe tuz katmakla, tuza yemek katmak birbirine karıştırılmamalıdır. Müminin seviyesini düşürecek çapta şeylerden uzak durmak esastır.
Herkesin yeri ve değeri başkadır. Yaşlı ile çocuğun yeri aynı değildir. Büyüğe yapılan şaka ile çocuğa yapılan şaka, aile bireylerinden birine yapılan şaka ile yabancıya yapılan şaka aynı olamaz. Herkesle hak ettiği ve bulunduğu yere göre konuşulur, o yere göre şakalaşılır. Ancak kaldırabileceği bilinen birine şaka yapılabilir.

      • EŞLERİN ŞAKALAŞMASI

Toplumumuzda “erkek” denilince, eve geldiğinde eşine ve çocuklarına karşı ciddiyet namına yüzü gülmeyen, asık suratlı, her an öfkelenebilecek “kazak” erkek tipi düşünülür. Halbuki bu tip, İslam’ın öngördüğü aile bireyi modellemesi değildir. Aile içindeki iletişimi, muhabbet haline getirmek, insanın iki dudağının arasından çıkacak iki söz kadar kolaydır. Bu sebeple Efendimiz (s.a.v) kocanın eşiyle olan şakalaşmalarının aralarındaki muhabbeti artıracağını söylemiştir.

Nitekim Peygamberimiz (s.a.v), bazen Hz. Ayşe (r.a) ile koşu yarışları yapmıştır. Bu yarışlarda ilk zamanlar Ayşe annemiz Efendimiz’i geçmiş, daha sonraları Efendimiz onu geçmiş, ardından da kıymetli zevcesine, “Bu, önceki yarışın bir karşılığıdır” diye şaka yapmıştır.

    • Bir keresinde de

Ayşe validemiz

    • harira isimli bir çorba yapmış ve Sevde validemizi buyur etmişti. Hz. Sevde’nin buna olumsuz cevap vermesi üzerine Hz. Ayşe, “Ya yersin ya da yemeği yüzüne sürerim” demiş, yemeyince de elindeki bulaşığı Sevde validemizin yüzüne sürmek istemiş, orada bulunan Rasul-i Ekrem Efendimiz araya girerek, benzer şekilde mukabele etmesi için

Hz. Sevde’ye

    • yardımcı olmuştu. Bu hadise cereyan ederken Efendimiz tebessüm halinde idi.

Hüseyin OKUR

    Allah Onlardan Razı Olsun..

Rüyada hamak görmek

HAMAK: Rüyada hamak denen salıncağı görmek, yolculuğa işarettir.
Hamakta kendini uyur görmek, müjdeli habere işarettir.
Hamak üzerinde bir şey içtiğini görmek, dostlarla beraber olup hoş vakit geçirmeye işarettir.

Herşeye rağmen rüya ile amel etmek doğru değildir sonuçta bir rüyadır, fazlaca anlam yüklemek ve hayatımızı yaşantımızı ona göre tahsis etmek doğru değildir bu konuda dikkatli olmak gerekir.

Rüya görmenin çeşitli sebepleri vardır gün içerisinde kafamıza takılanlar rüyamız olabilir çok müşkil olduğumuz bir olay rüyamıza girebilir. ancak bu şekilde de olsa hak rüyalar vardır, bunu bilmek zordur ancak, rüyalarımızı herkese anlatmamalıyız, en güzel rüya tabiri güneş doğmadan ve sabah namazının ardından tabir ettirilmesi güzel olanıdır.

Unutmayın hayat gerçektir, rüya uyanınca biter, en başta dediğimiz gibi rüya ile amel edilmez.

Rüyada zenci görmek

HABEŞ(zenci): Rüyada zenci birini görmek, rüyada habeşi görmek, geceye ve müjdeli habere işarettir.
Rüyada Habeşli ile sohbet ettiğini görmek, umduğuna nail olmaya işarettir.
Rüyada zenci ile alış veriş yapmak isteğe ulaşmaya tabir edilir.
Rüyasında zenci gören kısa zamanda hayırlı bir haber alır.

Herşeye rağmen rüya ile amel etmek doğru değildir sonuçta bir rüyadır, fazlaca anlam yüklemek ve hayatımızı yaşantımızı ona göre tahsis etmek doğru değildir bu konuda dikkatli olmak gerekir.

Rüya görmenin çeşitli sebepleri vardır gün içerisinde kafamıza takılanlar rüyamız olabilir çok müşkil olduğumuz bir olay rüyamıza girebilir. ancak bu şekilde de olsa hak rüyalar vardır, bunu bilmek zordur ancak, rüyalarımızı herkese anlatmamalıyız, en güzel rüya tabiri güneş doğmadan ve sabah namazının ardından tabir ettirilmesi güzel olanıdır.

Unutmayın hayat gerçektir, rüya uyanınca biter, en başta dediğimiz gibi rüya ile amel edilmez.

Mahmud Hüdayi Hazretleri

Azad yokuşunda bir Veli: Mahmud Hüdayi Hazretleri

Üsküdar.. Azad Yokuşu.. Ve Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri (k.s)

Osmanlı Devletinin payitahtında kurduğu dergah ile Allah’ın feyiz ve rahmetini saadetli ömürlerinden müminlerin gönlüne yansıtan büyük velilerden Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri (k.s) yaşadığı dönemde fakir, zengin birçok insanın ve padişahların irşat halkasında bulunmak arzusunda olduğu muhabbet deryası bir zat olmuştur.
III. Murat Han, III. Mehmet Han, I. Ahmet Han, II. Osman ve IV. Murat Han Üsküdar’daki Hüdayi kapısından her daim edep ve hürmetle istişare rica etmiş, dua beklemişlerdir. Belirli günlerde Mihrimah Sultan ve Sultan Ahmet Camilerinde halka vaaz ve nasihat buyuran Aziz Mahmud Hüdayi (k.s) himmet ve sohbetlerini hiçbir zaman esirgememişlerdir.

SULTAN’IN RÜYASI

Osmanlı tahtında Sultan I. Ahmet’in bulunduğu günler yaşanıyordur. Bir sabah sultan, sarayda bulunan ulemanın toplanmasını ister. Hazır edilen ilim meclisindeki derin sessizlik Sultan Ahmet’in davudi sesiyle dağılır.

    • -”Dün gece bir rüya gördük ki dehşetliydi. Şu zamanda cihadımıza mukavemet eden Nemçe (Avusturya) kralı ile güreş tutmakta idik ve biz sırt üstü toprağa düştük. Bu rüyayı tabir için ne buyurursunuz?”

 

    • Saray uleması “Aramızda kim bu rüyayı yorumlayabilir ki?” dercesine birbirlerine bakarlar. Birkaçı bir şeyler anlatır ancak padişahın gönlü yapılan yorumlardan tatmin olmaz. Ne var ki hazır bulunan alimler içinde kimsenin ilmi bu rüyayı tabire yetmez. İçlerinden biri:

-”Devletlim…” deyince gözler bu sesin sahibine çevrilir. Dikkatleri üzerine çeken kişi samimiyetle devam eder konuşmaya:

-”Sultanım. Bu rüyanızı, bu mecliste eksiksiz bir hal ile tabir edecek kadar ilim sahibi olan bir kimse yoktur. Ancak size bu rüyanın tabirini yapacak olan bir alimi tavsiye edebiliriz. Bu rüyayı Üsküdar’daki Hazreti Hüdayi den (k.s) başkası tabir edemez. Vesselam.”

Sultanın rüyası derhal bir mektuba dökülür, mühürlenir ve bir haberci ile Üsküdar’a, Hüdayi Dergahı’na gönderilir. Haberci dergahın bitişiğindeki hane-i saadetin kapısını çalar çalmaz Hüdayi Hazretleri (k.s) bizzat kendileri kapıyı açar ve habercinin selamını aldıktan sonra;

-”Sultanımızın mektubunun cevabıdır.” diyerek elinde tuttuğu mektubu haberciye uzatırlar.

    Hayrete düşen ulak edeplice mektubu alır, öpüp başına koyar ve dua talebiyle velinin huzurundan ayrılır. Saraya döndüğünde olup biteni heyecanla padişaha anlatır. Sultan Ahmet,

-”Demek bizim kelamımız ulaşmadan cevabı yazılmış. Velilerin işi ne hoş.” diyerek mektubu açar. Padişaha gönderilen mektupta hamd ve selamdan sonra şu satırlar yazılmıştır:

    -”Allah (c.c) insan vücudunda sırtı, cansız mahlûklarda ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın sırtı ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, devletli padişahımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla bu rüyadan İslam’ın temsilcisi olan padişahımızın, düşmana karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.” Mektubu okuyan Sultan Ahmet kendisine verilen işaretin sevinciyle;

-”İşte gördüğüm rüyanın tabiri budur.” dedi. Sultan, bu tabire karşılık olarak Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine teslim edilmek üzere bin altın hediye gönderilmesini emretti.

      • Sultanın kendilerine gönderilen hediyeden habersiz olan hanımı, fakir evlerinin zeminini süpürürken biraz da sitemkar bir hal ile Şeyh Hazretlerine söyleniyordu:

-”Bursa kadılığını bıraktınız. Medrese hocalığından da vazgeçtiniz. Elinizde ne varsa garip ve yoksullara dağıtıyorsunuz ancak Allah (c.c) nasip ederse yakında bir evladımız olacak. Bizim ise evladımızı saracak bir bez parçamız bile yok.”


O sırada kapı çaldı. Bakmak için kapıya giden büyük veli iki çuvala doldurulan altınları getirerek hanımının önüne bıraktı. Mütevekkil bir tebessümle

    • -”Hatun, Allah (c.c) istediğiniz dünyalığı gönderdi.” buyurdu.

KERAMET BEKLEMEK

Yazılı birçok kıymetli eseri bulunan, tutuşturduğu sayısız hakikat kandiliyle gönüllere girmiş büyük bir veli olan Aziz Mahmud Hüdayi (k.s) sarayda misafir edildiği bir gün, bereketli sohbetlerinden sonra abdest tazelemek istediler. Derhal ibrik ve leğen getirildi. Sultan Ahmet Han mürşidine hürmeten abdest suyunu döküyor, validesi de bir kafesin ardında hazırladığı havlu ile bekliyordu. Hüdayi Hazretlerinin abdest alışını seyreden Valide Sultan’ın kalbinden;

-”Şeyh Hazretlerinin bir kerametini görebilseydim.” diye bir düşünce geçer. Abdestini tamamlayan Hüdayi Hazretleri kafes ardından uzatılan havluya mübarek yüzünü silerken konuşur:

-”Hayret.. Bazı kimseler var ki bizden bir keramet görmek isterler. Osmanlı memalikinin hünkarı abdest suyumuzu döküyor, bir yandan da muhterem valideleri havlumuzu hazırlıyor. Bundan daha büyük keramet mi olur?”

      • Yazılı birçok kıymetli eseri bulunan, tutuşturduğu sayısız hakikat kandiliyle gönüllere ışık veren Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri 1628 yılında hakiki aleme göçtü.

Türbeleri Üsküdar’da dergahının kurulduğu “Azad Yokuşu” olarak adlandırılan yamaçta bir ziyaretgahtır.
Mostar Dergisi (Temmuz 2013)
Azad yokuşunda bir Veli Continue reading “Mahmud Hüdayi Hazretleri”