Mürşid ile Konuşma Edebi

Müridin mürşid ile konuşacağı zaman, evvelâ usûlü veçhile izin istemesi ve huzurunda hoşa gitmeyecek şeylerden sakınması, sesini gayet yavaş ve hafif olarak çıkartması, yüksek sesle katiyen konuşmaması gerekir. Hattâ köle ve uşakların efendilerinin huzurunda konuştukları gibi konuşa. Tekellümde edebe riayetle,

“Sesinizi yükseltmeyin!”[1] emr-i celîline riayet eyleye… Mürşidin sözünü kalp ve lisanıyla tasdik edip, gerek lafzen ve gerek kalben, “Neden? Niçin? Hayır öyle değil, böyledir.” gibi sözlerle mukabele etmeye… Zîrâ erbâb-ı tahkîk, mürşidine bu gibi mukabelede bulunan müritlerin ebediyyen felâh bulamayacağını bildirmişlerdir.

Ehlullahta bazı ümûr (işler) vardır ki, hassaten kudret-i Hak’tan neş’et eder ve bazı ümûr da hikmete mebnîdir. Onun için, mürşidin işlediği işten ve sebeb-i hikmetinden sual etmek edebe muhaliftir.

Ve mürid yapacağı her işte mürşidinden izin isteye… Bunda bereket vardır. Cenaze, yıkayana nasıl teslim olursa, öylece mürşidine teslim olup kendi ihtiyarını ve isteğini terk eyleye ve mürşidinden hiçbir hal ve malını saklamaya.

Bir yere gideceği zaman izin isteye ve gittiği yerden dönünce, mürşidinin evinin önünde durup yine onun izniyle evine döne.
Eğer mürşidi onun evine uğramışsa, tâzimde kusur etmeyip tekrar tekrar gelmesini rica ede… Onu teşyîde, yâni uğurlamada, o “Dön!” deyinceye kadar arkası sıra gidip, gözden kayboluncaya kadar orada durmalı, sonra evine dönmeli! Vel-hàsıl mürşidine, sultanlara lâyık bir tâzim ile tâzim eyleye.

Bu edebi bilenlerden sorup öğrenmeli!..
[1] Hucurat: 2

Mürşid ile Huzurda Bulunma Edebi

Feyzin gelişi bunu bağlıdır. Bu da iki kısımdır; biri zàhiren, biri de bâtınendir. Bihasebiz-zàhir huzur edebi odur ki:
Mürit, mürşidinin yüzüne bakmayarak, huzurunda boynunu büküp şöyle durmalıdır: Sanki sultandan kaçan bir köle tutulup sultanın huzuruna getirildiği vakitteki gibi. Ve o dâimâ hudû ve huşû üzere ola ve mürşidin emri ve izni olmadıkça oturmaya ve iktizà-yı şer’î (şeriatta) veya tarîkatte bir müşkülü olsa bile, mürşidin izni olmadıkça kendiliğinden söze başlamaya, cevap vermeye, kalkmaya ve huzur-u mürşit de hazır olanlarla tekellüm etmeye… Her ne kadar ihtiyar ise de, tekellümden son derece sakına.

Vay vay bu ahir zaman dervişlerine! Ne edep, ne de saygı var!.. Bazen ıslık çalacak kadar cüretkârlarına rastlanıyor. Huzur-u şeyhte lâubâli konuşmalar, seslerini yükseltmeler, tenkitler, gıybetler, hattâ tahakkümler de görülen hallerdendir. Aman yâ Rab!..

Aşık olan kimse mâşukunun gayriden müstağni olduğu halde nasıl durursa, öylece durup mecliste olanlara katiyen iltifat etmeye… Zira müridin mürşidine taaşşuk ve tâzimi (aşk ve hürmeti), Hak Teàlâ için olduğundan, ona taaşşuk ve tâzim hakîkatte Hazret-i Allah Celle ve A’lâya’dır.

Heyhàt kendisini dervişim diye aldatan zavallılara!.. Zira hadis-i şeriflerde Efendimiz (s.a.v): “Alimler peygamberlerin varisleridir.”
Alim kavmi içinde, ümmeti içindeki peygamber gibidir.”

“Ümmetimin alimleri Benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.” buyurmuşlardır.

Ebâb-ı tahkîk indinde bu hadisin hakîkatı odur ki; ulemâ zâhir alimleri değil, ilmiyle âmil olan àrif-i billâhlardır. İlmiyle âmil olmayan alimleri ise, kitap taşıyan merkeplere benzetmişlerdir. O halde âmil olan alim ile, âmil olmayan alim arasında çok büyük bir fark meydana çıkmaktadır. Bundan dolayı ikincilerden aslandan kaçar gibi kaçmak lâzımdır. Bu hususta vârit olan hadis-i şerifler pek çoktur, pek de acıdır. Hattâ ehl-i cehennemin bunlardan Allah Celle ve A’lâ’ya sığınacakları bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu fenâ akıbete düşmekten emin buyursun… Âmîn,

Ammâ bihasebil-bâtın huzur (Batıni edep) edebi odur ki; mürşit huzuruna vardığından kalbi gàfil olmaya, veyahut kalbinde çeşitli hatıralar, vesveseler veya imtihan, itiraz, nefsinde muhabbetsizlik gibi kerih bir şey bulunmaya… Zira bunlardan birisi veya hepsi, kalb-i mürşidin müritten nefretini mucip ve mürşid nazarından sükûtunu, gözden düşmesi olur. Çünkü her müridin mürşidin kalbinde yeri vardır. Ve dahi denilmiştir ki:

“Mürşidin gözünden düşmek, yedi kat gökten yere düşmekten daha beterdir. Yani gökten düşmek, mürşidin gözünden düşmekten daha hayırlıdır.” denilmiştir.

Ehlullah nazarından sakıt olmak, Hakk’ın gözünden düşmeğe sebep olur. Öyle ise huzur-u mürşitte gafletten uzak olarak, vukûf-u kalbîyi muhafaza ile bâtınından feyzi tàlip olarak, kalbini mürşidinin kalbine muhabbet ve tazarru ile rabt edip (bağlayıp), onun teveccüh ve iltifatına muntazır ola… Güneşin ziyasının bütün âlemi kapladığı gibi, mürşidin feyzinin de bütün ufku doldurduğuna yakînen itikat ederek, müridin talebine muntazır (isteğini bekler) olduğunu idrak etmesi lâzımdır.

Her ne kadar feyzi idrak etmese dahi, yine itikadı bozulmaya. Zira şart olarak müridin mücerred itikadı (sade itikadı) ve vüsûl-ü feyze (feyze ulaşması) hüsn-ü zannı kâfîdir.

Ehl-i dünyanın huzur-u mürşit de dünyadan bahisleri (konuşmaları) müride zarar vermez. Huzur-u mürşit de oturmağı uzatmamalı; zira mürşidin kalbinde nefret ve usanç uyandırabilir.

Ve mürşidinin bâtınından gàfil olup, zâhiri ile meşgul olmaya… Çünkü mürşidin zâhiri ehl-i zâhir, bâtını da ehl-i bâtın içindir. Mürşidin başka kimselerle meşgul olmasına bakıp da, “Benden gàfildir, benimle alâkalanmadı; ben ondan nasıl istifâde ve istifâza edebilirim?..” dememeli ve bunu hatırına bile getirmemelidir. Çünkü mürşidin halk ile meşguliyeti, kendini Hak’tan alıkoymaz ve bütün müritleri onun kalbinde birer hardal misâlidir.

Ve şeyhini emsâlsiz bilip, “Şeyhim olmasa, beni Rabbime îsâl edecek (ulaştıracak) yeryüzünde kimse bulunmaz!” demelidir. Kimsenin levminden (kınamasından) korkmaya ve mürşidinden son derece korku üzere ola… İnâyet ve himmetinden ümidini kesmeye.
Müridin mal ve evlâdından, hattâ ruhundan ziyade şeyhine muhabbet eylemesi lâzımdır. Kendi saadet ve selâmeti mürşidinin rızasında; şekàvet ve felâketi de şeyhinin gazabından olduğunu bilmelidir.

Gerek mürşidinin huzurunda, gerek gıyabında, yani olmadığı zamanda dahi, onun kahır ve satvetinden sakınmak ve uyanık bulunmak gerektir. Zira Ehlullah, cevâsîs-i kulûb’durlar; Hak Teàlâ onları müritlerinin bütün ef’al (işleri) ve hareketlerine ve hatıralarına muttalî (haberdar) kılar. Gerçi müritlerine söylemeleri nâdir olur ama, müridin her hali ona mâlûmdur. (Allah’ın izniyle)
Mürşidin gülmesine ve zâhirde hüsn-ü muamelede olmasına aldanmamalı ve kendisinden zâhir muamelesinin kesilmesini rica etmelidir ve mürşidden tâzim ve hürmet beklememelidir. Zîrâ mürşidin tâzimi müride semm-i katildir, yâni çabuk öldüren bir zehirdir. Bu hal müridi yabancı bilmesinden ileri gelir.

Mürşidin müridi tahkiri (azarlaması), onu terbiye içindir; tahammül ve sabretmek gerektir. Zîrâ müritler bütün hallerinde imtihandan hàlî olmazlar. Hattâ hikâye olunur ki, bir şeyh (bu zatın Seyyid Sıbgatulah elErvasi (k.s) olduğu söylenmektedir.) müridine yatak ve misafir odasını hazırlamasını ve kadınlar arasında bulunan filanca hanımı çağırıp, odada onları bir saat yalnız bırakmasını ve kapıda bekleyip başkalarının girmesine mânî olmasını tembih eder.

Bunun üzerine mürid hiç itiraz etmeden vazifesini yapmış, feyzine de hiçbir zarar gelmemiş; ve odadan çıktıkları zaman, o hanımın şeyhin kız kardeşi olduğunu anlamıştır. Şeyh efendi müridine demiş ki:

“Benim fiilimi gördün, bundan sonra sende bir şey (yani feyiz) kaldı mı?..”

Mürid cevap vermiş: “Evet, ben eskisi gibi feyiz buluyorum ve itikat ederim ki, sizin fiiliniz hikmet ve maslahattan hâlî değildir ve buna her an şahidim vardır.” demiş.

Müridin bu sebatını gören şeyh efendi, onu tahsin edip: “Aferin oğlum! Git o hanıma sor ki, bana bir karâbeti (yakınlığı) filân var mıdır?..” demiş.

Mürid katiyyen böyle bir şeye cesaret edemeyeceği ricasında bulunmuşsa da, şeyh efendi:
“Hakîkati bilmeniz için sormanız lâzımdır.” deyince, mürid bil-mecbûriyye gidip hàtuna sormuş. O da:
“Hazretin kız kardeşiyim, uzaklardan ziyareti için geldim. İçeri girmeye fırsat bekliyordum.” demiş ve hakîkat da meydana çıkmış.
İhvân-ı din, şeyhin kendisinde görülen bu gibi hàlâta hemen itiraz etmemeli, sû-i zan etmişse der-àkab (hemen) tövbe ve istiğfar etmelidir. Zîrâ bu gibi havâtır zehirdir.

Ehlullaha itiraz kapılarını açanların, sû-i hàtime ile ahirete göçtükleri erbâb-ı keşif ve ehl-i hakîkat tarafından bildirilmiştir.
Ehlullaha itiraz eden kimselerin muhakkak küfür üzerine ölecekleri bazı kitaplarda yazılmıştır Allah Teàlâ cümlemizi nefsin ve şeytanın şerlerinden emin eylesin…

Eğer mürid şeyhinde zâhiren şeriata muhalif bazı şeyler görürse, Hazret-i Mûsâ (a.s) ile Hızır (a.s) arasında vâkî muameleyi hatırlaması gerektir; çocuğun katli ve geminin delinmesi gibi. Bu onun masiyetten (günahtan) kurtulmasına sebep olur.
Mürid mürşidiyle yemek yemeye; esvabını (elbisesini) giymeye; ona mahsus olan kâseden su içmeye; hayvanına binmeye, yerine oturmaya; meğer ki bunların her birine izin vermiş ola.
Mürşidin tekdir ve tehdidini ve azarlamasını kötü

görmeyip, belki lütuf ve maslahat addeyleye.
Mürşidin hizmetinde ise, ondan evvel uyumaya. Helâya giderken yakınında durmaya ve onun helâsına girmeye. Velhàsıl mürşidinin kullandığı hiçbir şeyi kullanmaya.

Mürşidine tâzimen (hürmet), her ne sorarsa saklamayıp doğru söyleye, hattâ günahı ve kabahati olsa dahi… Kalbinde olan şeyleri de gerek mürşidi, gerek tarikatı hakkında, tövbe ve istiğfar ile gideremediği takdirde, onların def’i için mürşidinden başkasına söylemeye ve ancak mürşidine söyleye… O hatıra kalbinde oldukça feyiz kapıları kapanır. İç hallerini de yalnız mürşidine söyleye.

Mürşidinin sevdiğini seve, sevmediğini sevmeye. Ehl-i bid’atten ve erbâb-ı gafletten ve tarikatı inkâr edenlerden son derece kaçına. Müritlerin ecnebîlerden, yâni tarikat aleyhdarlarından ve şeriata aykırı giden ve muhalefet edenlerden, aslandan kaçar gibi kaçmaları ve ateşten sakınır gibi sakınmaları lüzumu rivayet olunmuştur. Zira bunların kalplerindeki kasvet (atılık), derhal müridin kalbine akseder ve hali perişan olur; gaflet, kasâvet, zikirde atàlet, tembellik ve batàlet-i (iptali kalp) kalbe sebep olur. Ve bazen kalbi büsbütün zikirden men eder.

Ve dahi tarikatı inkâr edenin taamından yemeye. (Ya dini inkâr eden ehl-i fesadın yemeği yenir mi dersiniz?) Ehl-i inkârın yemeği, kırk gün feyiz kapılarını kapar. Ve ihlâs sahibinin yemeğini yiye.

Yemekte ve içmekte bir lokma dahi olsa, israftan ve hırs ile yemek yemekten ve kalbi gàfil iken yemekten çok sakınmak lâzımdır. Zîrâ, “Gaflet lokması gaflet getirir, huzur ile yenen de huzur getirir.” demişler.
Ve dahi nefsini gazap ve gülmeden muhafaza eyleye. Çünkü bunlar nispet nurunu söndürür ve kalbi öldürmekte suyun ateşi söndürmesinden daha süratlidir. Böyle gülme ve gazap etme hallerinde, derhal bulunduğu yerden uzaklaşmalıdır.

Menhiyattan fazla olarak her mâlâya’nîyi, yâni bir işe yaramaz faydasız sözleri ve işleri terk ede… Çünkü bunların hepsi kıyamet gününde huzur-u Hakk’a arz olunur. Zîrâ ömür aziz, vakit cevher-i nefîs, fırsat ganimettir. Melik-i Cebbâr’dan bir daha mühlet verilmesi mümkün olmadığını düşünerek, her lahzayı ondan enfes olan zikrüllaha ve Hak ile huzura sarf eyleye. Belki nefsini kefeni üzerinde meyyit halinde ve mezara girmiş addedip, haline merhameten zikrullah ile meşgul olup dura. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) Hazretleri, mürşidimiz, pîrimiz Ebû Bekir (r.a) (ruhum ona fedâ olsun) hakkında:

“Yeryüzünde yürüyen bir ölü görmek isteyen, Ebû Bekir’e baksın!” buyurmuşlardır. Ve dahi:
“Bedeninle dünyada ol, kalbinle ahirette…” buyurmuşlar. Ve bu mânâya işareti zımnında üç kere buyurmuşlar ki:
“Dünyada bir garip gibi veya bir yolcu gibi ol ve kendini kabirdekilerden say!”
Hak Celle ve A’lâ Hazretleri ise: “Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler!”[1] buyurmuştur.

Mürşid ile huzurda bulunma bahsinde kayda değer bir edebi de not olarak zikretmekte fayda gördük. Bu edep şudur:

Bilhassa toplantı ve sohbetlerde hazır olan ihvânın, üçer beşer guruplara ayrılarak mâlâya’nî nevinden konuşmalara dalmaları, toplantının esas gàyesine uygun düşmüyor, aynı zamanda edebe de mugàyir oluyor. Bu gibi sohbetleri ganimet bilip, büyükler tarafından yapılan irşadı beklemelidir. Şayet bir konuşma yapılmıyorsa bile, sükût ve huzur içinde feyz-i ilâhînin gelişine intizarla (bekleyişle) oturmak gerektir. Zamanı, vakti, hattâ kalbi lüzumsuz konuşmalarla öldürmemek lâzımdır.

Bu edebe muhalefet edenleri uyarmak ve sükûta davet etmek de, orada bulunanların vazifelerindendir.
[1] Zümer: 30

Tasavvuf’ ta Niyet Edebi

Niyet, dinin usullerinden büyük bir asıldır. Bütün ibadetlerin kökü mesâbesindedir.

“Ameller niyetlere göredir.” hadis-i şerifi kuvvetli bir delildir. Amellerin makbul olması için niyet şarttır. Nitekim; “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.” hadis-i şerifi de bunu pek güzel izah etmektedir. Ve yine iki cihan serveri, sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“Muhakkak ki her kişi niyetlendiğini bulacaktır. Kim Allah’a ve Resûlüne hicret ederse, onun hicreti Allah ve Resûlünedir.” buyurmuşlardır.
Buna göre bir işe başlarken, her şeyden önce niyet ve ihlâs şart ve mühimdir. Niyet hàlis olmadıkça o işten hayır beklemek boşunadır. Niyette ihlâs olmadan kurbiyyet (yakınlık) mümkün değildir.

Zirâ ihlâs olmadan kurbiyyeti elde edeceğini zannedenlerin kazancı ancak Hak’tan uzaklaşma olur. Rızâ-yı Bârî’yi kazanayım derken, ukubete ve felâkete düşer. Nitekim mürâîlerin (riyakarların) hali bu kàbildendir.

İhlâs her amelde vâcip olduğu gibi, bilhassa kalbe ait amellerde daha mühimdir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v): “Kalbin her ameli niyettir.” buyurmuştur.

Ve şeyhi imtihan kasdıyla olmayıp, ancak rızâ-yı Bârî (Allah Rızası) için olmalıdır. İmtihan kasdıyla yapanların hiç de iyi kimseler olmadıkları bildirilmiştir.

Ve keramet görmeyi de kastetmemelidir. Zira velîlikte keramet şart kılınmadı ve keramet şeyhin efdal (üstün) olmasına alâmet olmaz. Bazen da şeyh efendiye keramete izin verilmemiştir. Şeyh efendi de keramet aramak, ona inanmamak ve teslim olmamak demektir. Yâhut, şeyh kerameti izhara lüzum görmemiştir de, onun için izhâr-ı keramet etmez. Bir istikàmetin, bin kerametten efdal olduğunu da hiç unutmamalıdır.

Cenâb-ı Hakk’ın kulunda başlıca istediği şey, istikàmettir. Cenâb-ı Hak cümlemizi istikàmetten ayırmasın, âmîn…
Nitekim Cenâb-ı Hak da; “Allah de, sonra istikàmet üzere ol!” buyurmuştur.

Rabıta Edebi

Râbıta edebi, mürşidin ruhaniyetine ve onun hemen iki gözü arasına teveccüh etmektir. Çünkü, “Onun hayal hazinesi iki gözünün arasıdır.” demişlerdir. Buradan şeyhinin ruhàniyetine nazar etmektir. Orası menba-ı feyizdir (feyiz kaynağıdır). Mürit bu suretle tazarru ve niyaz ile tevessül ettiği halde, mürşidin ruhaniyetini iki gözü arasına dahil ede ve oradan kalbe, kalbin derinliğine yavaş yavaş ine ve hayalinden gayb etmeye. Belki kendi nefsinden gàib (yok) ola. Zira kalbin derinliğinin sonu yoktur ve seyr-i ilallah dâimâ kalben hàsıl olur. Maksat Zât-ı Bârî’dir. Râbıta ise seyr-i ilallaha (rahmete kavuşmaya) vesîledir.
Râbıtaya delil çoktur. Kitap, sünnet ve kıyas ile sabittir:

“Ona (Allah’a) yaklaşmaya vesîle arayın!”[1]

Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, bana (Rasûlullah’e) itaat edin!”[2]

Hazret-i Hàlid’in (Mevlânâ Hàlid-i Bağdâdî, k.s) râbıtayı ispat sadedinde ayrı bir eseri vardır ki, yirmi kadar delil serdederek (getirerek) ispat etmiştir.

Hazret-i Sıddîk-ı Ekber (r.a), bir gün Hazret-i Rasûl-ü Ekrem’e (s.a.v) şikâyette bulunmuşlar, “Bihasebir-rûhàniyye helâda bile hayâlimden çıkmıyorsunuz.” demişlerdir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (s.a.v) Hazretleri’nden bu sebeple hayâ ederlerdi.

Kalbini mürşidin kalbine tam bağlamak, ihlâs ve muhabbet üzere, gayet tazarru ve inkisâr-ı kalp (kırık kalp) ile olmasına dikkat ve riâyet eylemek; ve mürşidinin rûhàniyetinin kendisi ile beraber olduğuna iman ve inancı tam olmaktır. Çünkü ruhàniyet için yakınlık ve uzaklık, madde ve müddet yoktur.

Binâen aleyh, ruhàniyetin huzuru, müridin huzur-u kalbi ile beraberdir ve ruhàniyet göz açıp kapayacak kadar zamandan daha sür’atlidir. Belki makbul bir müritten, gerek yakaza (uyanık) ve gerek uyku halinde de ruhaniyyet-i mürşid devamlı olarak ayrılmaz. Mürşid maksuda vesîle olduğu için, “Mürid mürşidini, göz açıp kapayacak kadar zaman miktarı hayalinden gayb etse, mürid olamaz!”[3] denilmiştir.

[1] Mâide: 35
[2] Âl-i İmran: 31
[3] Risâle-i Hàlidiyye, s. 8

Mürşid’ e İtikat

Öncelikle Mürşid, Mürşidi kamil ve Mürid kimdir? Kısaca bunları açıklayalım.

Mürşid, İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İyi bir Müslüman olmaları için, insanları terbiye eden, âlim ve velî, demektir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri (k.s), “Tasavvuf yolunda nihâyete varan büyükler (yolun sonuna kavuşanlar) iki türlüdür,” demiştir.

Birincisi: Resûlullah’ın (s.a.v) izinde giderek kemâle erdikten sonra insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşitlerdir.

İkincisi: Yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli (görevli) olmayan evliyâdır.
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (k.s): “Bütün kazançlarıma, mürşitlerimi çok sevmekle kavuştum. Saâdetlerin anahtarı, Allah’ü Teâlânın sevdiklerini sevmektir.”demiştir.
İmâm-ı Rabbânî (k.s), “Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksat, Allahü Teâlâdır.” demiştir.

Mürşîdi-Kâmil
İmâm-ı Rabbânî (k.s) “Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât. Mürşîd-i kâmilin bakışları, kalp hastalarına (kalbi Allahü Teâlâ’dan başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ verir. Onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi; kötü, çirkin huyları insanların kalbinden siler, süpürür.”

Mürid: İmâm-ı Rabbânî (k.s) Müridi şöyle tarif etmiştir. “Tasavvufta Allah Teâlâ’nın rızâsına kavuşmak için evliyâ bir zâtın terbiyesi altına giren talebe (öğrenci).  Mürîd, mürşidinin (hocasının) yanında cenâze yıkayıcısının elindeki ölü gibi olmalıdır.”

Kısaca bu tanımları yaptıktan sonra, konumuza geçelim.
Bedeni hastalıkların teşhis ve tedavi için hazık bir tabibe müracaatı emir buyurmuş olan Nebiyyi Zişan Efendimiz (s.a.v) hazretleri, manevi hastalıklardan kurtulmak içinde manevi bir tabibe, Rabbani bir alime başvurmayı dini bir ihtiyaç olarak göstermiştir. Mühim olan, bu manevi hastalıklardır. Hasta olan bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Bunun gibi nefs-i emareye mağlup olan bir kimsenin kalbi hastadır, ibadet ve tatlardan lezzet alamaz.

Terbiye etmek suretiyle kötü ahlakını atıp onun yerinde güzel ahlakı yerleştirmesi için, salikin mürşit ve mürebbi bir şeyhin terbiyesine girmesi şarttır. Bunda sözü edilen terbiye; topraktan diken ve yabani otları söküp nebatını güzelleştirmek ve neşvü nema bulmasını ikmal etmek için çalışan çiftçinin işine benzer.
Çünkü Hakk Teala Hazretleri kullarını kendi yoluna irşat edecek Resuller göndermiştir. Bu manadan dolayı Nebi (s.a.v) ahirete irtihal edince mahlukatı Hakk Teala’ya irşad ve isal etmek için halifeleri onun makamına halef olmuşlardır. Onun için salikin, kendisini terbiye ve Hakk Teala’nın yoluna irşat edecek bir şeyhe mutlak ihtiyacı vardır.

İmam Rabbani (k.s.) buyuruyor ki: “Onun bir nazarı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları siler süpürür.”[1]  Medresede/öğretimde müderris ne ise, tarikatta mürşit odur.
Mühyeddin İbnül Arabi (k.s) Hazretleri gibi bir çok şeriat ve tarikat büyüklerinin eserlerinde: “İmamı olmayanın, imamı (yol göstericisi) şeytandır.” sözü sık sık ifade ve beyan buyrulmuş ve bunun manasının doğruluğu pek çok Ayet-i Kerime ile sabit olmuştur.
“Ey Ademoğulları! Ben size şeytana ibadet etmeyiniz diye emretmedim mi?”[2]

Başa bir Ayeti Kerimede de:
“Her kim Rahmanın zikrinden gafil kalırsa, biz ona bir şeytan musallat ederiz. O şeytan ondan hiç ayrılmaz. Bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyar. Onlar ise kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.”[3]

Cenab-ı Hakk, yine Kur’an-ı Kerimde “Nas” süresinde  “Hannastan” kendisine sığınmamızı emrediyor. “Hannas” şeytandır. Bu şeytan müminleri gözetmekte ve kalbin zikirle meşgul olduğunu anlayınca geri çekilip savuşmakta olduğu, zikirden gafil bulunanların gönlüne bozucu vesveseler atmaktadır. İşte bunun için dünyada iken bir tarikatı aliyye’ye intisap etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir ile kalbini ihya etmek her mümin için önemli ve lüzumludur.

“İmamı olmayanın, imamı şeytandır.” Sözü Ayetlerde olduğu gibi Resül-i Erkem’in (s.a.v) bir çok hadisi şeriflerinde de ortak manasını ifade etmektedir. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Kim bir topluluğun arasına girerse onlardan olur.”[4] buyurmuştur. Şüphesiz bir insan sofilerin cemaatine muhabbetle iltihak eder, zikir ve fikirlerine katılırsa onlardan sayılacağı gibi, mahşerde de, himayeleri altında bulunacaklardır. Nitekim Fahri Kainat Efendimiz (s.a.v):
“Kişi sevdiği ile haşrolunur.” buyurmuştur. Başka bir hadisi şeriflerinde de: “Şeytan insan kurdudur, sürüden ayrılıp tek başına kalan koyunu dağdaki kurt nasıl kaparsa, (Ehl-i Sünnet velcemaat itikadı üzerinde olan bir) cemaatten ayrılan kimseyi de öylece kapar.”[5]  buyurmuştur.

Başka bir hadisi şeriflerinde de:
“Şüphesiz Allah Teala ümmetimi sapık fikir ve fitne  üzerinde bir araya getirmez. Allah’ın eli (Rahmet ve desteği) cemaatin üzerindedir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe düşer.”[6]

Başka bir hadisi şeriflerinde de:
“Sizin cemaat halinde bulunmanız gerekir. Ayrılıp tek başına kalmaktan sakının şüphesiz şeytan tek başına kalanla beraberdir. Ama iki kişiden uzak durur.”[7] buyurmuştur.
Bu manadaki hadislerin ortak manası şudur:
“Dini tek başına yaşamaya kalkmayın. Allah yolunda birlik olun, Alimlere uyun, takva üzere giden cemaate sımsıkı tutunun, tek başına kalanın kalbini şeytanlar sarar. Hak yoldan alıkor ve kolayca zarara sokar. Bu düşmana karşı birlik kalesine girin. Allah (c.c) sevgisini siper edinin ve ölene kadar böyle gidin. Emniyetiniz budur.
Şu halde “İmamı olmayanın, imamı şeytandır” sözü Kur’an ve Sünnete aykırı değildir. Tecrübelerde onu desteklemektedir. Peygamberlerden başka bir üstada gitmeyen ve alim bir rehber bulmadan kamil olan kimse yoktur. Her meslekte durum aynıdır. Yunus Emre, kamil insan olmanın yolunu, şöyle dile getirmiştir.

-Doğruya varmayınca – Mürşide ermeyince.
-Hakk nasip etmeyince – Sen derviş olamazsın.

-Müridin mürşide karşı itikadı şöyle olmalıdır.
Mürit, üstadından tahsil edip öğrendiği şeyleri faydalı görmese, üstelik bu bilgiler ile amel edip neticesinden de zarar etse, yine şöyle inanmalıdır: ‘Üstadımın emrini tutmasaydım imanım gidecekti.

Bir mürit için en güzel ve etkili olan terbiye, mürşidinden öğrendiği terbiyedir. Şeyh Abdürrahmani Tahi (k.s)  buna şöyle bir misal getirdi:
“Bakınız, benim kızım yalnız annesinden aldığı terbiye ile yetiniyor. Halbuki başkalarından da terbiye alsa kızım için iyi olacak ama kabul etmeyip şöyle diyor. Benim için annemden alacağım terbiye yeterlidir. Başkalarının terbiyesine lüzum görmüyorum.”

Mürşit, müridine dese ki: “Git falan beldeden bana istediğimi getir. Mürit bu isteği yerine getirmek için yolda mürşidinin arzusunu elde edip geri dönse o mürit zarar etmiştir. Çünkü; mürşit, müride ne istediğini ve nereden alması gerektiğini belirtmiştir. Verilen emir ve vazifeleri eksiksiz olarak yerine getirmelidir. Size şöyle diyeyim: “Sevgili gayet nazlıdır. Sevene hiçbir zaman muhtaç değildir.”[8]

Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“Kim bir şeyi severse, ondan çok bahseder.”
Gavs-ı Bilvanisi (k.s) şöyle buyurmuştur.Biz de Şah-ı Hazne’yi (k.s) çok sevdiğimiz için devamlı ondan bahsediyoruz. Bizim bütün maddi ve manevi varlığımız Şah-ı Hazne’nindir. Onun tasarrufu olmazsa bir şey yapamayız. Allah Teala bana bin yıl ömür verseydi, ben ömrümü Şah-ı Hazne’nin (k.s) yanında geçirmek isterdim. Çünkü onun himmet ve bereketi ile Allah’ın azametini bir nebze olsun anlayabildim.”[9]

Zekeri (rah) Ehl-i tasavvuf ile birleşmeyen alim, katıksız ekmek gibidir. Tarikat ehli icmaen, herkesin bir şeyhi tutması gerektiğini buyurmuşlardır. Şeyh tutmak onun vasıtasıyla kötü sıfatlardan temizlenmektir. Ucub, riya, haset gibi  kötü ahlakın vasıfları olan hallerden kurtulma tasavvufa gösterilen amel ile mümkündür. Kalbin temizlenmesi nasıl vacip ise, onun sebebini de aramak vaciptir.

Resülullah Efendimiz’e (s.a.v): “Ey Allah’ın Resülü! Allah’ın velileri kimlerdir? diye sorulduğunda şu cevabı verdiler:
“Allah’ın velileri görüldüklerinde yüce Allah’ı hatırlatan kimselerdir.”[10]
Arifler demişlerdir ki: Bir kimsenin veli olduğunun en büyük alameti, yüzünü görenlerin, meclisine ve sohbetine girenlerin Yüce Allah’ı (c.c) zikretmesi, kalbinin dünyadan soğuması, ahirete yönelip ibadete ısınmasıdır.

  Bir hadisi Kudsi de şöyle buyrulmaktadır:
“Kim benim velilerimden birisine düşmanlık yaparsa, ben ona karşı harp açarım/ondan dostumun intikamını alırım. Bir kulum farz kıldığım amelleri yaparak bana yaklaştığı gibi, hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetleri ile de devamlı bana yaklaşır, nihayet onu severim. Ben bir kulumu sevdiğim zaman, (kendisine vereceğim özel nurum ile) onun işiten kulağı, konuşan dili, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, anlayan kalbi olurum. O artık benimle işitir, benimle konuşur, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür, benimle anlar. Benden bir şey isterse, istediğini veririm; bana sığınırsa kendisini korurum.”[11]

Bir insan samimiyetle Yüce Allah’a (c.c) kulluğa devam ederse, Allah’ın: “Onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olurum” buyurduğu makama yükselir. Yüce Allah’ın sevdiği kulana ikram ettiği celal nuru, onda bir kulak olunca, o, yakını işittiği gibi, uzağı da işitir. Bu nur, bir kul için göz olunca, o, yakını gördüğü gibi, uzağı da görür. Yine Allah’ın celal nuru bir kulda el olunca, o kul, zora, kolaya, yanındakine, çok şeye gücü yeter.

Pak irade demek, pak bir itikat demektir. Bu da mürit şeyhine öylesine itikat edecek ki kendisini Allah’u Teala’ya o şeyhten maada hiç kimsenin ulaştıramayacağına kalben ve bütün samimiyetiyle inanacak. İşte pak itikat budur. Ancak kendisini o şeyhin Allah’u Teala’ya ulaştıracağına sağlam bir itikat ile mutekit olacak ve diyecek ki:
“Bu şeyhten maada bütün kainattaki insanlar şeyh olsalar yine beni Hak Teala’ya ulaştıramazlar.” İtikadı ve iradesi bu şekilde olan kimseye şeytan hiçbir zaman zafer bulamaz. Mürit şeyhi için öyle güzel itikatlar beslemeli ve inanmalıdır ki şeyhi. Hak Talanın bir açılmış kapısıdır.

Mürid öyle itikat etmelidir ki. Şeyh kendisi hakkında kendi nefsi ve hevesi ile hiç bir şey işlemez ve istemez. Mürit şeyhin katında Allah Talanın bir emanetidir. Bunu bilince mürit buna göre şeyhine kendini teslim etmelidir. Şeyh emaneti kaybetmez, emanete riayet eder. Müridi terbiye eder ve maksuduna eriştirir. Böylece kendini şeyhine teslim etmeyen mürit asla maksuduna erişemez. Üstatsız kalır. Demişlerdir ki: “Rehberi, mürşidi ve üstadı olmayan kimsenin üstadı ve rehberi şeytandır.”
 
Görmez misin ki Resulüllah’ın (s.a.v) üstadı Cebrail (a.s) idi. Ashab-ı Kiram’ın üstadı da Resülullah (s.a.v) idi. Tabiin hazretlerinin üstadı da ashabı kiram idi. Tebei tabiinin üstadı da Tabiin Hazretleri idi. O zamandan bu zamana kadar hep böyle silsile ile geldi. Bundan sonra üstatlık, mürşitlik, şeyhlik ve müritlik sürüp gider. Eğer talip olanların kökü kesilirse şeyhlerinde kökü kesilir. O zaman da nizam bozulur. Artık kıyametin kopması yakındır. Alemin nizamını sağlayanlardan birisi de mürşitlerdir. Mürşitler, sadık müritlerden hasıl olur.
Kaynakça;
[1] 285. mektup
[2] Yasin / 60
[3] Zuhruf / 36-37
[4] Ebu Davud.
[5] Ahmed b. Hanbel.
[6] Tirmizi.
[7] Tirmizi.
[8] İşaretler S. 76
[9] Gavsi Bilvanisi Hayatı. S. 37
[10] İbn-u Mubarek.
[11] Buhari

Ariflere Gitmek Manevi Bir Hicrettir

Bu hicret, bir vatandan diğerine göçmek değil, kötü ahlaktan ve haramlardan vazgeçmek şeklinde olmaktadır. Bizden istenen ve her zaman devam eden hicret budur. Bu hicretin aslı, vatanı değil, kötü sıfatı değiştirmektir. Bunu başaran kimse; gafletten zikre, cehaletten ilme, sertlikten hilme, kabalıktan edebe, tembellikten gayrete, cimrilikten cömertliğe, pintilikten hizmete, kısaca kötülükten iyiliğe koşar.
Resülullah (s.a.v) Efendimiz buyurmuştur ki:
“Tevbe vakti bitmeden Allah için hicret bitmez ve güneş batıdan doğmadan da tövbenin vakti sona ermez.”[1]
“Gerçek muhacir; Allah’ın nehyettiği şeylerden uzaklaşan kimselerdir.”[2]

Mürşid ziyaretinden asıl hedef işte bu hicrettir. Allah dostuna ancak Yüce Allah’ın dostluğu için gidilir. Daha güzel kul olmak, ilahi edeple süslenmek için niyet edilir.

Ariflere kalbi boş gitmeli fakat boş dönmemelidir
Kamil mürşitlerin sadece duasını almak için değil, onlarda bulunan güzel ahlakı almak için yanlarına gidilmelidir. Tekkenin çorbası içilip dönülmemelidir. Orada her gün yaşanan ve yapılan edep, zikir, taat, tevazu, hürmet, insan sevgisi, sabır, avf, yumuşaklık, ikram ve hizmet ahlakından az da olsa alınmalıdır. Susuz bir kimsenin denizin kenarına vardığı halde hiç su içmeden ve su testisini doldurmadan geri dönmesi ne kadar acıdır. Veli elinden öpeni değil, izinden gideni sever; kendisine verilmiş olan ilahi nur ve edebin herkes tarafından paylaşılmasını ister. Allah dostları talebelerinden hediye değil, Allah’tan haya ve ona dostluk bekler.

İyi kimselerle olanların halini şu hadis-i şerif ne güzel anlatıyor:
“Salih insanlarla beraber bulunan kimse güzel koku satanla beraber olan kimseye benzer. Güzel koku satan kimse kokusundan ona ikram eder. O hiçbir koku almasa bile, onun yanında durduğu sürece ondaki güzel kokuyu teneffüs eder ve koku üzerine siner. Kötülerle bulunmak ta körükçü dükkanında oturmak gibidir; elini kömüre bulaştırmasa bile, oradaki pis havadan bir parça üzerine siner.”[3]
Bu, ilahi bir kanundur; hep böyle cereyan eder.

İlk ziyarette bir şey anlaşılmayabilir; sabırla devam edilmeli, bir daha gelinmelidir. Vesveseye düşmemeli, gelen kötü düşüncelere de önem vermemelidir.

Çünkü şeytan, Allah yoluna çıkan kimseye bütün yollardan hücum eder; onu vazgeçirmek ister. Bu işin sonunun olmadığını söyler. Parana yazık der. Kendi başına tövbe yaparsın, sen zaten iyi bir adamsın, mürşide ne hacet, otur evinde zikrini yap, memleketinde Müslümanlığını yaşa, bu zahmete ne gerek var, bu devirde evliya bulunur mu, Peygamberden başkasına uyulur mu, hem evliya da senin gibi bir insan değil midir, onun sana yapacağı nasihatten başka nedir? diye vesvese verir; olmadık şeyleri akla getirir. Bunların hepsi, şeytanın bir oyunudur; Allah (c.c) rızasını arayan kimseyi yolundan alıkoymak için birer tuzaktır. Aldırış edilmez, önem verilmezse hiçbir zararı olmaz.
[1] Ebu Davud.
[2] Buhari.
[3] Buhari.

Yol Esnasındaki Vazifeler

Allah (c.c) rızası için yapılan işlerin başında ne gerekiyorsa, içinde ve sonunda da aynı edep istenir. Namazın içinde huşü gerektiği gibi dışındaki taharet ve abdestte de huzur ve edep lazımdır. Taharetini güzel yapamayan, abdestini tam almayan kimse katiyen güzel bir namaz kılamaz; vesveseden kurtulamaz, manevi bir tat alamaz.
Hac, umre, hizmet veya mürşit ziyareti için çıkılan yolculuklar da böyledir. Bu yolculuktaki edepler gidilecek yerde değil, evde başlar, yolda devam eder, gidilen yerde uygulanır. İnsan edebi korudukça nefsi uslanır; kalbi tatlanır. Devam ettikçe edebine edep katılır, böylece Allah rızasına doğru bir güzel adım daha atılır. Edebin dünyadaki süs ve şerefi insana yeter, onun asıl meyveleri ve sevabı ahirette toplanır. Böyle bir yola çıkan kardeşlerin yol esnasında dikkat edecekleri bazı mühim vazifeler mevcuttur. Onları kısaca hatırlatıyoruz.

Başkana İtaat
Nefis ve şeytan bilhassa bu vazifede insanı çabucak kandırıp bir anda kazanmış olduğu bütün ameli yok edebileceği için bu konu üzerinde biraz duralım. Unutmayalım ki, bir hadisi şeriflerin de Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Başınıza siyahi bir kölede başkan seçilse ona itaat edin.” buyurmuştur. Allah ve Resülünü seven bir mümin hadisi şerifte buyrulanı yapar, nefis ve şeytana yapmış olduğu ameli heba ettirmez.

Toplu yolculuk ve cemaat halinde hizmet yapmak kadar insan fıtratını ortaya koyan hiçbir şey yoktur. Nefsin gizli huyları, güzel veya kötü ahlakları ancak, insanlara karşı muamelesi ile ortaya çıkar.
Yolculuğa, insanın gizli yanlarını ortaya çıkarttığı için sefer denmiştir.
Önceki büyükler bir insanı tanımak için, onunla komşuluk, yolculuk veya ticaret yapmayı gerekli görürlerdi. Çünkü insanın fıtratını bunlar ortaya çıkarır ve onun içini dışına yansıtır.

“Hak yolunda el ele tuttuğu kardeşleriyle geçinemeyen, onları sevemeyen ve onlara sevilemeyen kimse, gerçekten hastadır. Onun kalbi hasta, imanı zayıf, aklı kıt, nefsi katı, gönlü dardır; onun saygıyı ve sevgiyi öğrenmesi farzdır.”
 
Herkesin aklı işleriyle, ahlakı edebiyle ölçülür. Buna güzel geçim de denir. Büyüğüne ve küçüğüne karşı nasıl davranacağını bilmeyen kimse, edebe muhtaçtır. Hayırlı bir yola çıkan insana, azık lazım olduğu kadar sabır ve edepte gerekir. Edebin ilk basamağı, haddini bilmektir. Edebin son noktası ise; Cenab-ı Hakk’a sevilmek ve huzurunda kabul görmektir.
Hac, umre, hizmet ve mürşid ziyareti için yapılan yolculuklarda, şeytan bu yolun yolcularıyla çok uğraşır. Dikkat edilmez ise, Mekke de elde edilen manevi kazanç, Cidde de elden çıkar; Tekkede uslanan nefis caddede can yakar.

Yolda en mühim edep, yol başkanı seçilen kimseye itaat etmektir. Bunun yanında ona destek vermek, bir istişare anında güzel olanı göstermek, vazife verirse çekinmeden yerine getirmek gelir. Sorumlu kimse hata ederse usulünce uyarmak ve düzeltmek, kardeşlerin kusurlarını örtmek ve kendilerine hayır dua etmek, en mühim vazifelerdir. Hepsinden önemlisi, yolda, söz ve fiilleriyle cemaat içinde sıkıntı çıkarmamaktır.
Yolda kafile başkanına baş kaldıran, arkadaşının canını sıkan, eliyle diliyle problem çıkaran bir kimsenin, Kabe’ye varınca veya mürşidi görünce edepli ve muttaki bir Müslüman görüntüsüne girmesi, taklitten başka bir şey değildir; bir nevi riyakarlıktır. Halbuki hak adamı her yerde hakkı korur ve edepli olur.

Resülullah (s.a.v) Efendimiz, yapılan her yolculuktan hayır gelmesi için şu şartların bulunması gerektiğini beyan buyuruyor.

  • Allah rızası için yola çıkmak.
  • Başındaki imama ve başkana itaat etmek.
  • Sevdiği malından Allah rızası için kardeşlerine infak ve ikram etmek.
  • Yol arkadaşlarıyla iyi geçinmek, onlara yumuşak davranmak.
  • Fitne ve fesattan çekinmek. Kim böyle yaparsa onun, bütün uykusu ve uyanıklığı kendisine sevap getirir.

 
“Kim de övünmek, kendini sevdirmek ve gösteriş için yolculuk yapar, başındaki imamın sözünü dinlemez, insanların arasını açar ve yer yüzünde fesat yayarsa onun elde edeceği hiçbir hayır yoktur.” [1]
[1] Ebu Davud.

Mürşid Ziyaretinden Dönüş Adabı

Unutmayalım ki, mukaddes yerleri ve kâmil velileri ziyaretten maksat Allah’u Teala’ya yaklaşmaktır ve onun rızasına nail olmaktır.
Mürid, mürşidini ziyaret edip dönerken niyetini, kalbini, durumunu gözden geçirmelidir. Nasıl bir vaziyette gelip hangi halde geri döndüğünü düşünmelidir. Kazancının ne olduğuna bakmalıdır. Samimi olarak ziyaretinin tekrarını istemelidir. Ziyaretten sonra yönü memlekete dönse bile, gönlü mürşidinde ve onda gördüğü güzel hallerde kalmalıdır. Onu kendisine örnek alıp, biraz daha iyi ve samimi kulluk yapmaya niyetlenmelidir. Mürşidi ile bağını kuvvetlendirecek amellere sarılmalıdır. Onunla arasındaki güzel hukuku geliştirecek hizmetleri aramalıdır. Muhabbetini artıracak edepleri öğrenmeli, mürşidini sevindirecek vazifeleri üstlenmelidir. Döndüğü yerlerde, mürşidinin sadece adını değil ondaki yüksek ahlakı bir derece olsun yaşayarak yaymaya çalışmalıdır.

Hadis-i şeriflerde Efendimiz (s.a.v):
“Alimler peygamberlerin varisleridir.”
“Alim kavmi içinde, ümmeti içindeki peygamber gibidir.”
“Ümmetimin alimleri Benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.” buyurmuşlardır.

Çünkü her müridin mürşidin kalbinde yeri vardır. Ve dahi denilmiştir ki: “Mürşidin gözünden düşmek, yedi kat gökten yere düşmekten daha beterdir. Yâni gökten düşmek, mürşidin gözünden düşmekten daha hayırlıdır.” denilmiştir. Ehlullah nazarından sâkıt olmak, Hakk’ın gözünden düşmeğe sebep olur. Şeyhinin gözünden düşmek, şeyhinin şeyhinin… ve müteselsilen Rasûlüllah’a (s.a.v) kadar bütün sâdâtın gözünden düşmesini mûcip olur. Ve dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın katında değeri kalmaz.[1]

Gavsi Bilvanisi (Seyyid Abdülhakim) (k.s) zaman zaman sohbetlerinde Şah-ı Hazne’ye (k.s) yaptığı ziyaretlerden bahsederdi. Gavs (k.s) bazı ziyaretlerini şöyle anlattı:
Eskiden araç yoktu. Biz gündüz eşkıyadan saklanır, geceleri yaya olarak devam ederdik. Keçi derisinden yapılmış çarıklarımız yürümekten aşındığı için ayaklarımız kan revan içinde kalırdı. Günlerce batan dikenleri çıkarmaya çalışırdık. Bir defasında gece vakti bir ırmaktan geçerken, ırmağın en derin yerinden geçmişiz ki, az kalsın boğuluyorduk. Allah (c.c) kurtardı.
Hazneye gideceğimiz zaman ev halkı ağlardı. Çünkü sınırdan geçenlerin çok azı geri dönmekteydi. Üstelik gidiş dönüş de çok uzun sürerdi. Bütün bunlara rağmen şu kararı verdik. Eğer bu yoldan vazgeçersek şeytan imanımızı çalar. Devam ettiğimiz takdirde olsa olsa canımız gider. İmanımızı kurtarmak için canımızdan vazgeçerdik.

Bir gün Şah-ı Hazne’yi (k.s) ziyaret için yine hazne yoluna koyulduk. Gece vakti sınırdan geçerken birden mayınlı bölgeye girmişiz! Mayınların patlaması ile askerler üzerimize ateş açtı. Arkadaşların hepsi canlarını kurtarmak için kendilerini bir yerlere attı. Böylece yolumuzu kaybedip birbirimizden ayrıldık. Ben ve arkadaşım sabaha kadar bekledikten sonra yolumuza devam edip Hazneye vardık. Bu sırada Şah-ı Hazne (k.s) caminin önünde sandalyede oturuyordu; “Şeyh Abdülhakim, yalnız iki kişi misiniz? dedi. Bende başımızdan geçenleri mübareğe anlattım. Şah-ı Hazne (k.s) “İnşallah onlarda sağlıklı olarak gelirler.” dedi. Az sonra diğer arkadaşlarımızda sağ salim olarak geldiler.

[1] Risala-i Halidiyye

Kıssa, Hak Yolcusuna Bir İbret

Mecnun bir keresinde Leyla’nın aşkı ile iyice kararsız kalmıştı. Leyla’ya gitmek için bir deve satın aldı, yola çıktı.

Uyumayı ve dinlenmeyi terk etti, epeyce yol aldı. Leyla’nın bulunduğu şehre yaklaştığı zaman: “Artık sevgilimin şehrine yaklaştım” dedi; kalbi rahatladı, biraz gevşedi. Bu arada kendisini uyku bastı uyudu. Devenin geride “Kuşek” isimli bir yavrusu vardı. Ondan zorla ayrılmıştı. Aklı fikri hep ondaydı. Mecnunun uyuduğunu fark edince, hemen yönünü çevirdi ve süratle yavrusuna doğru yol aldı, Kuşek’in yanına vardı. Mecnun uyandı ki gittiği yolu geri gelmiş. Tekrar yola çıktı, Leyla’ya tam kavuşacakken yine biraz dalı verdi.

Deve yavrusunun derdindeydi. Hemen yönünü çevirip yavrusuna koştu. Mecnun küşek yüzünden bir türlü Leyla’sına kavuşamıyordu. En sonunda deveyi terk etti, Küşek ile baş başa bıraktı; Leyla’sına tek başına gitti.

Hak yolunda nefis deve yerindedir. Kul onunla Hakk’a yol alacaktır. Ancak onun gerideki arzu ve beklentileri yok edilmezse, gözü hep arkada kalır. İlk fırsatta soluğu orada alır. Tam tövbe edilmeyen günahlar, nefsin küşeki’dir. Rabbim hepimizi tam hakkıyla tövbe eden kullarından eylesin. Amin….

Yola Çıkmadan Önceki Vazifeler

İlim, hac, hizmet ve irşat gibi kıymetli işler için yola çıkılırken, yolcunun dikkat edeceği önemli vazife ve edepler mevcuttur. Bunları kısaca arz edeceğiz:
 
Kalp Sükuneti
Her ibadette olduğu gibi, Allah rızası için bir mürşidi ziyarete giderken de kalp, huzurlu olmalıdır, sakin bulunmalıdır. İş endişesi, borç ızdırabı, aile sıkıntısı, para hırsı, baba-anne kızacak korkusu ve mümin kardeşlerine kin içinde kıvranan bir kalple bu yola çıkılmaz, çıkılsa sonuç alınmaz. Civarındaki halk ile anlaşamayan kimse, Hakk’a sevilemez. Hakkı sevmeyen de halk ile geçinemez. Özellikle irşat olmak için Kamil mürşit ziyaretine ve sohbetine giden kimsenin kalbi boş ve hoş olmalıdır.

Yol azığı ve yol arkadaşı edinmek
Sofilikte en güzel ahlak, Allah (c.) için başkasının yükünü çekmek fakat kimseye yük olmamaktır. Buna her durumda dikkat etmelidir.
Yolculuğa çıkan kimse, mümkünse başkasına yük olmamalıdır. Ancak hasta veya maddi durumu zayıf kimselere yardımcı olmak, gücü yetenler için en şerefli bir iştir. Kendisine yetecek ve kardeşlerine de ikram edecek şekilde temiz ve güzel azık hazırlamak insanın kerem ve cömertliğini gösterir. Azığına kardeşlerini ortak etmeli, ikramdan çekinmemelidir.
Asr-ı saadette, Yemen tarafından hacca gelen bazı insanlar, azık almadan yola çıkıyorlar, kendilerini uyaranlara da: “Bizler tevekkül sahibi kimseleriz; bizim Allah’a (c.c) güvenimiz tamdır, azık almaya gerek yoktur.” diyorlardı. Fakat yolda, insanlardan yiyecek dileniyor, çoğu zaman da zor kullanarak milletin malına el koyuyorlardı. Allah’u Teala onların halini sevmedi ve:
“Yola çıkarken azık edinin. Şunu da bilin ki, en hayırlı azık takva azığıdır. Ey akıl sahipleri, sadece benden korkun; bana karşı takva üzere bulunun.”[1] emrini verdi.

Resülullah (s.a.v) bir kişinin tek başına yolculuk yapmasını yasaklamıştır. Ayrıca: “Şeytan tek kalanla beraberdir; (hayır ehli) iki kişiden ise çok uzakta durur.” buyurarak, her halde cemaatle hareket etmeyi emretmiştir.

Hz. Alkame:  oğluna şu tavsiyeyi yapmıştır:
“Yavrum! Herkesle sohbet etme. Bak, kendisiyle beraber bulunduğunda senin ahlakını güzelleştiren, kendisine hizmet ettiğinde senin şerefini koruyan, bir şey istediğinde hemen ikramda bulunan, istemesen de vermeye senden başlayan kimselerle arkadaş ol. Kendisinden sana bir zarar gelmeyen, sana karşı hiç bir halde ahlakı değişmeyen, gerçekler ortaya çıkınca seni yüz üstü bırakmayan kimselerle beraber bulun.”
Günümüzde mümin kardeşlerle kafile halinde yolculuk yapmanın en önemli faydası, beş vakit namazı kazaya bırakmadan vaktinde ve cemaatle kılmaktır.

Sorumlu başkan seçmek
Yola çıkanlar birden fazla kişi olunca, içlerinden birisini kendilerine başkan ve idareci seçmeleri gerekir. Bu konuda Resülullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Topluca bir yolculuğa çıktığınız zaman,içinizden birini emir seçiniz.”[2]

Seçilen sorumlunun, cemaatin en alimi ve Kur’an-ı Kerim-i en iyi bileni olmalıdır. Ayrıca, başkan seçilen kimsenin cemaatin en müttakisi, en kabiliyetlisi, en cömerdi, en şefkatlisi ve en merhametlisi olması gerekir.
Resülullah (s.a.v) Efendimiz:
“Allah katında arkadaşların en hayırlısı; Arkadaşları için en hayırlı olanı (onlara en iyi davrananı) dır.”[3]  buyurmuştur.

Cemaatin en hayırlısı da, başındaki sorumluya güzelce itaat ederek onu sıkıntıya sokmayandır. Hak yolunda gidenlerin en önemli işi birlik ve dirliktir. Kardeşleriyle güzel geçinemeyen kimse güzel bir sofi olamaz.
Sofileri sevemeyen kimse, mürşidi de sevemez. Bir insanın aklını ölçmek için, insanlarla geçimine ve kaynaşmasına bakılmalıdır. Kimseyi sevmeyen ve kimseye sevilemeyen insanda çok kötü bir hastalık vardır; onun mutlaka çaresine bakmalıdır.

Vedalaşmak
Yola çıkarken aile ve çocuklarıyla vedalaşıp helalleşmek, kardeşleriyle vedalaşmak ve onlara dua etmek sünnettir. Bu esnada karşılıkla dua etmek berekettir. Rahmet Peygamberimiz (s.a.v):
“Sizden biriniz sefere çıkacağı zaman kardeşiyle vedalaşsın. Şüphesiz Allah Teala, vedalaşırken yapılacak duada onun için bereket yaratır.” buyurmuştur.

Yine Efendimiz (s.a.v) misafirin duasının kabul edildiğini belirtmiştir.
Vedalaşırken insan en değerli şeylerini Allah’u Teala’ya emanet etmelidir. Bunların başında din ve edep gelmektedir.
Resülullah Efendimiz (s.a.v), vedalaşma konusunda Hz. Lokman’ı (a.s) bize örnek vererek şöyle buyurmuştur
“Lokman (a.s) oğluna dedi ki: “Ey oğulcağızım! Şüphesiz Allah, kendisine bir şey emanet edildiği zaman onu muhafaza eder. Ben de senin dinini, emanetini, amelinin sonunu Allah’a emanet ediyorum.”[4]

 Hz. Ömer (r.a) insanlara hediyelerini dağıtırken, yanına çocuğu ile birlikte bir adam geldi. Hz. Ömer (r.a) adamla oğluna bakınca:
– Bu çocuk sana ne kadar benziyor; bu şekilde birbirine benzeyen hiç kimse görmedim.” dedi. Adam da:
Ey müminlerin Emiri! Sana bu çocuğun durumunu anlatayım.” dedi ve şunu anlattı:
– Annesi buna hamile iken, ben bir yolculuğa çıkmak istedim. Annesi bana: – Beni bu halde bırakıp nereye gidiyorsun? dedi. Ben de:
– Karnındaki çocuğu Allah’a (c.c) emanet ediyorum dedim ve yolculuğa çıktım. Geldiğimde hanımım ölmüştü. Oturduk, diğer yakınlarımla konuşuyorduk. Birden hanımımın kabri üzerinden bir ateşin parladığını gördük. Oradakilere:
– Bu nedir? diye sordum. Senin hanımının kabridir, bu ateşi her gün kabrinin üzerinde görüyoruz.” dediler. Bunun üzerine ben:
– Vallahi o, gündüzlerini oruçla, gecelerini ibadetle geçiren iyi bir kadındı; bu ateş neden acaba? dedim ve kazmayı alarak kabre vardık:
Kabri kazdık, birde baktık ki, içinde bir ışık yanıyor ve çocuk da orada yuvarlanıp duruyor. O esnada gaipten bir ses bana:
“Bu senin (bize bıraktığın) emanetindir. Eğer anasını da bize emanet etmiş olsaydın, onu da sağ salim bulurdun!” dedi.
 
Resülullah (s.a.v) bir adamı uğurlarken, şöyle dua etmiştir:
“Allah’u Teala, seni takva ile rızıklandırsın, günahlarını bağışlasın, her ne tarafa yönelirsen karşına hayrı çıkarsın.”[5]

Yolcu için istenecek en güzel şey, yolculuğun hayırlara vesile olmasıdır. Hac, hizmet, ilim ve büyükleri ziyaret için çıkılan bir yolculuğun ana sebebi, kalbin ıslahıdır. Bu işin başı kadar sonu da önemli olduğu için, Efendimiz (s.a.v) Hac veya Cihada gönderdiği kimselere Allah’tan, hayırda muvaffakiyet ve hayırlı akıbet istemiştir. İyi niyetle başlanan bir işin, iyi bir şekilde tamamlanması çok önemlidir. Şeytan başta bozamadığı bir hayrın peşini bırakmaz; onu sonunda bozmak ister; hatta insan ölene kadar o hayrı zayi ettirme derdine düşer. Bir hayırlı iş için evinden ihlasla çıkan bir kimse aynı ihlas ve muhabbetle geri dönmemişse, onun içine şeytan girmiş, işine hata karışmış demektir.

Yol sadakası vermek
Sadaka, kötülüklere karşı manevi bir siperdir. Sadaka rahmet vesilesidir. Sadaka, vereni muhafaza, alanı memnun eder. Fakiri sevindiren kimseden Allah (c.c) razı olur. Efendimiz (s.a.v) sadaka ve iyiliğin kerametini şöyle beyan buyurmuştur:
“Sadaka Allah’ın gazabını söndürür, kötü ölüme mani olur.”[6]
“Bir sadaka yetmiş belayı defeder.”[7]
“İnsanlara iyilikte bulunmak, kişiyi kötü durumlara düşmekten, afet ve belalardan korur.”

Büyüklerden birisi: “Fakirlere sadaka vererek gönüllerini hoş et; korkma, istediğin vakit yola git” demiştir.
Özellikle mürşid-i kamil ile özel görüşmeye ve kalbini tedaviye giden kimselere görüşmeden önce sadaka vermesinin ayrı bir bereket ve değeri vardır. Allah’u Teala, bir Ayeti kerimede, yüksek makamlarla özel görüşme edebini şöyle tarif buyuruyor:
“Ey iman edenler! Peygamber ile gizli ve özel bir görüşme yapmak istediğiniz zaman, konuşmanızdan önce bir sadaka verin.”[8]
 

Not:
Bu Ayette ki sadaka emri, peşinden gelen ayet-i kerime ile ruhsata çevrilmiş ve mecburiyet kaldırılmıştır. Ancak, isteyen kimse bu edeple amel eder; bereketine erer.

Büyük fıkıh ve hadis alimi ve aynı zaman da edep üstadı İmam Nevevi (rah) demiştir ki: “Şeyh ve üstatlarımdan birisini her ziyarete gittiğimde, muhakkak, yolda bir sadaka verip: “Allahım! Beni üstadımda kusur araştırma hastalığına düşürme; onun anlayamayıp kusurlu zannedeceğim hallerini benden gizle, diye dua ederdim”. Kim, mürşidine bu şekilde giderse, onun bereketine nail olur.
[1] Bakara /  197.
[2] Ebu Davud.
[3] Tirmizi, Ahmed b. Hanbel.
[4] Tirmizi.
[5] Tirmizi.
[6] Tirmizi.
[7] Tebarani.
[8] Mucadele / 12.