Okunuşu: İzâ câe nasrullahi velfeth. Ve raeytennâse yedhulûne fî dinillâhi efvâcâ. Fesebbih bihamdi rabbike vestağfirh. İnnehû kâne tevvâbâ.
Anlamı: (Ey Muhammed!) Allah’ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah’ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et; O’ndan bağışlama dile, çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir.
NASR:
“geldiği zaman.” Tahakkuk ifade eden bir zaman zarfı olduğu için fiil-i maziye gelir, şart mânâsına delalet ettiği için de mazinin mânâsını geleceğe çevirerek şartın gelecekte gerçekleşeceğini ifade eder. Burada şartı, ile ona atfedilen fiilinin toplamıdır, cevabı da ve matufudur. nın bu vechile tahakkuk ifade etmesinden dolayı burada kendisinden öncesinin de düşünülmesiyle şu mânâ hasıl olur:
“Ey Muhammed, seni gönderen, senin tek mabudun olan Allah’ın yardımı ile fetih gelecek, hem sen insanların Allah’ın dinine fevc fevc (dalga dalga) girmeye başladıklarını göreceksin. Çünkü “Allah, “Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz.” diye yazmıştır.” (Mücadele, 58/21); “Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında, hem de şahitlerin (şahitliğe) duracakları günde yardım ederiz.” (Mümin, 40/51), “Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, (Allah da)size yardım eder.” (Muhammed, 47/7) buyurulmuştur. Sen Allah’ın Resulü olduğun ve önceki sûre mânâsı üzere tevhid ve ihlas ile Allah’a ibadet ve kulluk edip sırf onun dinine sarıldığın, bu şekilde mücahede ederek ona yardım ettiğinden dolayı bunlar kesin olarak olacak, işte bunlar gerçekleştiği zaman “Rabbini öğerek tesbit et”…
Allah’ın yardımı. Düşmanlara karşı galip ve muzaffer kılacak olan vaad edilen yardımı, “Allah’tan yardım ve yakın bir fetih… Müminleri müjdele!” (Saff, 61/13) buyurulan yardımı, ve fetih. Zemahşerî der ki: “Nasr” ile ” feth” arasında ne fark vardır ki ona atfedilmiş? dersen, derim ki: “Nasr”, iğase ve düşman üzerine üstün kılmaktır. “Fetih” de memleketlerin fethidir ve mânâ Resulullah’ın Arab’a ve Kureyş’e zaferi ve Mekke’nin fethidir. Allah’ın müminlere nusreti ve şirk beldelerinin onlarca fethi emridir de denilmiştir.” Râzî tefsirinde de der ki: “Nasr, istenilenin tahsiline yardımdır, fetih de onunla ilgili olan istenilen şeyin meydana getirilmesidir. Nusret, fetihe sebeptir, onun için atfedilmiştir.”
İkinci bir vecih: Nusret dinin kemali, fetih dünyaya ait istektir ki, tamamı nimettir. Bunun benzeri “Bugün size, dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım.” (Maide, 5/3) âyetidir.
Üçüncü bir vecih: Nusret, dünyada istediğine ulaşmak, fetih de “Ve (cennetin) kapıları açıldı.” (Zümer, 39/73) buyurulduğu üzere cennete ait olmaktadır. Görüşlerin en açığı; yardımın, Kureyş’e veya bütün Arab’a üstün gelme, fethin de Mekke fethi olmasıdır. İbnü Abbas’tan nakledilen de Mekke’nin fethidir ki ona “fethu’l-futuh” (fetihlerin fethi) denilir. Nitekim buna başlangıç olan Hudeybiye antlaşmasına da “feth-i mübin” denilmişti. Şu halde asıl mânâ sade Kureyş’e veya Arab’a karşı yardımın ve Mekke fethinin hususiyetleri üzerine değil, bunlar, ilerde bunların üzerine kurulacak fetihlerin anahtarı, İslâm’a fetihlerin kapılarının açılışı demek olması hasebiyle ve üstünlük ve fethin gelmesi, gelecek bütün fetihlerin gelmeye başlaması mânâsına raci olduğundan dolayı bir çok tefsirciler bu nasrı ve fethi cinse yüklemişlerdir ki, bu mânâ Kevser’in verilmesinde beyan olunan mânâ gibi olarak “Bugün dininizi size, olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım.” (Maide, 5/3) buyurulan güne işaret olmuş olur. Veda Haccı’nda da teşrik günlerinde Mina’da indiği rivayetine göre bu mânâ daha yakın olur. Ancak bu takdirde daki gelecek mânâsı fiilinde değil, rü’yet (görme)in bazı kısmı itibarıyla düşünülmek gerekir. Bu açıklamadan sonra şu sonucu da gelebiliriz ki, fetihten maksat yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp, daha çok kalblerin iman ve İslâm’a fethi demek olur. Mekke fethi üzerine en çok terettüp eden fetihler, İslâm dininin derhal yayılıvermiş olması ve yirmi seneden beri Kureyş kâfirlerinin karşı koymalarından dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalplerin Mekke ve Taif fethinden sonra akın akın İslâm’a açılıvermiş bulunmasıdır. Onun için Isâm demiştir ki: “Allah’ın dinine dalga dalga girdikleri”ne münasip olan, fethin müminlere din kapısının açılması mânâsına yorumlanması da kalbe çarpan mânâlardandır.” Yukarılarda da geçtiği üzere Mekke’nin fethi hicretin sekizinci senesi Ramazan’ında olmuştu. Resulullah’ın emrinde Muhacirler ve Ensar ve diğer müminlerden on bin kişilik muntazam bir ordu vardı. İki bin kişi de sonradan katılmıştır. Peygamber’imiz (s.a.v.) Mekke’de onbeşgün kaldı, ilk girdiği zaman Kâbe’nin kapısında durup: “Allah’tan başka ilâh yoktur, tekdir; kuluna (Muhammed’e) yardım etti, (müşrik) toplulukları da yalnız başına yenilgiye uğrattı.” demişti. Sonra da: “Ey Mekke’liler! Şimdi ben size ne yapacağım, dersiniz? buyurdu. Hayır yapacaksın, kerîm bir kardeş ve kerîm bir kardeş oğlu, dediler. Haydi gidiniz sizler serbestsiniz “gidiniz, siz serbestsiniz” buyurdu. Bu şekilde onları âzad etti, onun için onlara “serbestler” denildi. O zamana kadar İslâm’a girenler birer ikişer giriyorlardı. Buhârî, Amr b. Seleme’den şöyle nakletmiştir: Demiştir ki: Fetih olunca her kavim, İslâm ile Resulullah’a koştu, bütün kabileler İslâm’a gelmek için Mekke’nin fethini gözetiyorlardı ve onu kavmi ile bırakın, eğer onlara üstün gelirse o peygamberdir diyorlardı. Hasen’den de: Resulullah (s.a.v.) Mekke’yi fethedince Araplar: “Allah Teâlâ Mekkelileri Fil ashabından korumuşken, o madem ki onlara karşı üstün geldi, o halde sizin ona eliniz erişmez.” dediler ve bölük bölük Allah’ın dinine girdiler.” Bunlardan anlaşılır ki fetihten maksad, çoğunluğun dediği gibi Mekke’nin fethi olmakla beraber, o yalnız düşman bir şehrin fethinden ibaret değil, Kâbe’nin fethi olduğundan aynı zamanda kalblerin Allah dinine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılışı ve bu şekilde fetihlerin fethi olmuştur. Derhal bütün Arabistan’a ve oradan bütün cihana yayılan İslâm’ın maddî ve manevî fetihleri Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır.
2. Şu da buna işaret işaret eder: Ve insanları gördün. Yukarıda söylendiği üzere bu , ye atfedilmiş olarak toplamının başına dahil olduğundan, hepsi birden bir vakit ve bir şart olmak üzere düşünülmek gerekir. Razî’nin dediği gibi âyetin zahirinden açıkça anlaşılan Arap’tan başkasını da içermek üzere bütün insanlardır. Fakat bu genelleme başlangıçta Arap’tan başladığı cihetle ilk önce Arab’a sarfedilmiş olmak gerekir. Onun için tefsircilerin pek çoğu, Arap demişlerdir. Asıl maksad da hakiki istiğrak (içerme) ile insanın her ferdini değil, genel örf ile insanlık âleminin girmeye başladığını görmek veya bilmektir. “Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere insanlık hilkatinden ve akıldan kastedilen Allah’ı tanıyıp ibadet etmek olduğu cihetle hakkı tanımayanların “Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapık.” (A’raf, 7/179) hükmünde olduklarına da işaret olabilir. Rü’yet (görmek)ten açıkça anlaşılan da gözle görmektir. İki mef’ulünü geçişli hale koyan ef’al-i kulûbdan olarak “ilim” mânâsına olmak da muhtemeldir, denilmiştir. Yani Allah’ın mevcut olan yardımı ve fetih geldiği ve sen insanları gördüğün veya dış tesiriyle anlayıp bildiğin zaman ki giriyorlar. Rü’yet gözle olduğuna göre “nas” (insanlar) mef’ul, bu cümle “nas”dan haldir. “Giriyorken” demek olur. Rü’yet kalp ile olduğuna göre de onun ikinci mefulüdür. “İnsanları giriyor gördüğün zaman” demek olur. “Girdiler” buyurulmayıp “giriyorlar” buyurulması da hepsinin girmeleri tamam olmuş olmayıp, girmeye başladıklarına ve peyderpey gireceklerine işaret eder. İşte bu ölçü iledir ki “nas” (insanlar), Arap’tan başkasını da içine alır ve gelecekteki girmeler de bu hale katılmış olacağı anlaşılır. Yani giriyorlar ve girecekler.
Allah’ın dinine. Yani hak İslâm milletine ki, Allah katında din odur. Ondan başka din isteyenin dini kabul olunmaz. “Muhakkak Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19), “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Al-i İmran, 3/85) buyurulmuştur. Allah’a isteyerek teslim olup da boyun eğmeyen, nihayet istemeyerek teslim olmaya mecbur olur, ona döndürülür. “Göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.” (Al-i İmran, 3/83) bunu göstermektedir. Öyle giriyorlar ki, fevc fevc (dalga dalga), alaylarıyla toplum toplum. Bu da “nas”a raci olan ‘nin zamirinden haldir. Rağıb der ki: “Fevc, süratle geçen topluluktur, mutlak cemaat mânâsına da gelir”. Şu halde her iki mânâ itibariyle bizim alay tabirimize benzemektedir. Burada mutlak cemaat (toplum) mânâsına olmakla beraber “efvacen” diye çoğul yapılması haysiyetiyle de fevca fevc, alay alay demek olacağından dolayı bu girişin peyderpey gelen bir geçit resmi manzarası ifade etmiş olacağından gaflet olunmamak gerekir. Bu manzara ise “O (hak)dini, bütün dinlere üstün kılsın.” (Fetih, 48/28) âyetindeki vaadi gereğince, bu hak dinin bütün dinlere üstünlüğünün ortaya çıkma manzarasıdır ki, bu, Mekke’nin fethi ile Resulullah’ın vefatı arasında başlamıştır.
Ebu Ömer b. Abdü’l-Berr demiştir ki: “Resulullah’ın vefatında Araplar’da kâfir kalmamıştı. Mekke’nin fethini müteakip Huneyn ve Taif muharebelerinden sonra hepsi İslâm’a girmişti. Kimi kendi gelmiş, kimi de fevc fevc elçilerini ve temsilci heyetlerini göndermişlerdi. İbnü Atıyye de demiştir ki: Bunun “kâfir kalmamıştı” demesinden maksat -Allah daha iyi bilir puta tapıcı Arap kalmamıştı, demek olmalıdır. Çünkü Beni Tağlib hıristiyanları Resulullah’ın hayatında henüz İslâm’a girmiş olmayıp, cizye vermeyi kabul etmişlerdi. O halde maksad, Mekke’liler, Taif’liler, Yemen’liler, Havazin’liler ve diğer puta tapıcılar olmuş olur”. İkrime ve Mukatil’den bir rivayette de “nas”dan maksat, Yemen’lilerdir, denilmiş, onlardan yediyüz kişi elçi olarak gelmiş, İslâm’ı kabul etmişlerdi. Bu münasebetle “İman Yemen’lidir, hikmet de Yemen’lidir” yani Yemen tarafına mensubdur, hadisi de bilinmektedir. Mekke’nin fethiyle onu takiben Huneyn muharebesi ve Taif muhasarasından başka bir harp olmaksızın, ondan sonra Peygamber’in vefatına kadar iki sene içerisinde bütün Arabistan’ın her tarafından akın akın, fevc fevc heyetler gelerek İslâm’a girmişler, Necranlılar ve Beni Tağlib gibi henüz doğrudan doğruya İslâm’ı kabul etmemiş bulunanlar da İslâm zimmet ve tâbiyyetini kabul etmişler ve İslâm milleti içine girmişlerdi. Bu surette dıştaki devletlere karşı da İslâm davet ve fetihlerinin kapısı açılmış bulunuyordu ki, hep bunlar “O (Hak dini) bütün dinlere üstün kılsın.” (Fetih, 48/28) vaadinin ortaya çıkmaya başlamış olması idi ve bu günler “Bugün dininizi size olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım.” (Maide, 5/3) buyurulmuş günler idi. Bununla Resulullah’ın peygamberlik ve tebliğ görevi sona ermiş ve bundan sonrası ümmetin üzerine düşen diğer vazifeler olmuş oluyordu. Bundan dolayı buyuruluyor ki, işte muhakkak olacak olan bu olaylar olduğu, yani vaad edilen o yardım ve fetih geldiği ve sen insanların böyle fevc fevc Allah’ın dinine girmeye başladıklarını gördüğün zaman,
3. artık hamd ile Rabb’ine tesbih et. Seni yardım ve özel terbiyesi ile yetiştirip hüda ve hak dini ile göndererek “O (Hak dini) bütün dinlere üstün kılın.” (Fetih, 48/28) vaadini yerine getirmek üzere o hamd ve tazime değer başarılara erdiren, sana Kevser’i verip düşmanlarını güdük kılan Rabbinin büyük lütuf ve ihsanına kavuşmaktan dolayı ona layık her türlü övgü ve yüceltmeler ile hamd ederek, onun noksan olan sıfatlardan uzak zatını her vechile, yani zatında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde şanına yaraşmayan eksiklik şaibelerinden tenzih ve kutsamaya daha çok devam et. Demek ki, bütün bunların: Yardım, fetih ve dini yaymanın neticesi, hikmetin gayesi tesbih ve şükürdür. “Onların orada duası: “Allah’ım sen her türlü eksiklikten uzaksın”, birbirlerine sağlık dilekleri: “Selam”, dualarının sonu da: “Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamdolsun” sözleridir.” (Yunus, 10/10) buyurulduğu üzere Cennet ehlinin Cennet’te baştan sona duaları tesbih ve Allah’a hamd etmektir. “Biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz.” (Bakara, 2/30) mânâsınca meleklerin işi de odur. Hatta her şey kendi özelliğine göre yaratıcısına hamd ile tesbih ettiğine göre hamd ile tesbih bütün yaratılışın gayesi demektir. “O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsra, 17/44) âyeti İsra Sûresi’nde geçmişti ki tesbih esasen balığın suda, kuşun ve atın havada, yıldızların yörüngelerinde hızla geçişleri gibi süratle geçmek, yani hızla yüzmek mânâsına “sibahat”dan tef’il babında olduğu için çok yüzdürmek mânâsının gereği olarak çok uzaklaştırmak veya paklıkta, temizlikte çok ileri götürmek mânâsından alınarak tenzihte meşhur olmuştur. Ragıb der ki: Tesbih, Allah’ı Teâlâyı tenzihtir, bunun aslı da Allah’a ibadette süratle gidiştir, ib’ad “Allah onu ırak etsin” gibi şer hakkında kullanıldığı gibi, tesbih de hayır işe tahsis edilmiştir ve tesbih, gerek söz, gerek fiil, gerek niyet ibadetin hepsine de ıtlak olunur. “Eğer tesbih edenlerden olmasaydı.” (Sâffat, 37/143) “namaz kılanlardan” diye tefsir edilmiştir. Bununla beraber en uygun olan üçünü de içermesidir.> Demek, hamdin özel bir ifadesi olduğu gibi, demek de tesbihin bir özel ismi olduğundan dolayı “Kamus”ta zikredildiği üzere tesbih, “sübhanallah” demek mânâsına da gelir ve yerine göre demek taaccüb (şaşmak) yerinde de söylenir. Eğer taaccüb (şaşma) fevkalade bir güzellik münasebetiyle istihsan (güzel görme) yerinde ise yaratanı bu güzel sanatıyla tenzih mânâsında olur. Eğer bir münasebetsizliğe şaşmak suretiyle istihcan (kötü ve çirkin bulma) yerinde ise yüce yaratıcıyı ondan tenzih ederim, mânâsında olur. “Sübhan” kelimesinin Esma-i Hüsna (Allah’ın güzel isimlerin)dan olarak Allah’ın zatına ıtlak olunduğu da zikrolunmuştur. “Ebu’l-Baka Külliyyâtı”nda da şöyle söylenmiştir: “Kur’ân’da tezekkî, İslâm mânâsına olduğu gibi, tesbih de hep salâttır. Bununla birlikte Kur’ân’da tesbih, çeşitli vecihlerle tenzih mânâsına da gelmektedir. Tesbihten tenzih ve yalnız zikir kastedildiğinde harf-i cer ile teaddi etmez (geçişli olmaz), denilmez. Fiil, yani salâta makrûn (yakınlaştırılmış) tenzih kastedildiği zaman ise bu kasda tenbih için harf-i cer ile müteaddî (geçişli) olur. Bir de tesbih, taat ve ibadet ile, takdis (kutsama) de bilgiler ve inançlarla olur. Tesbih layık olmayanı reddetmek; takdis, layık olanı isbattır. , mânâsınadır.” Yani burada ile geçişli olmuş değildir. Tesbihin hamd ile bir araya getirilmesi emredilmiştir. Razî der ki: “Hak Teâlâ’nın sıfatları selb (inkâr) ve îcâb (kabul etme), nefy (red) ve isbatta düşünülür. Sülûb (negatifler) ise îcâbât (pozitifler)dan öne alınmıştır. Tesbih, vâcibü’l-vücûd olan Allah’ın selbî sıfatlarına işarettir ki, bunlar celâl sıfatlarıdır. Tahmid de sıfat-ı sübûtiyyeye işarettir ki, bunlar da ikrâm sıfatlarıdır.”
Şu halde tesbih ile hamdin bir araya getirilmesi celâl ve ikrâm sahibi olan Allah’ın ismi hükmünce celâl ve ikram sıfatlarının isbatı ve açıklanması demek olur. Yine tefsircilerin naklettikleri vechile Resulullah (s.a.v.)’a tesbihten sorulduğunda buyurmuştur ki: “Allah Teâlâ’yı her ârızadan, şâibeden tenzihtir.” Bu ise gerek zâtî sıfatlarında ve gerek fiilî sıfatlarında nefy (red) veya isbatı caiz ve layık olmayacak her noksanlıktan uzak demek olur. Şu halde tesbih, Allah Teâlâ’nın zatında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde nezahet ve paklığını ifade eder. Bu da olaylar ve mümkün olan şeylerin şanından olan çirkinliklere, eksikliklere ve Allah’ın kemâline aykırı olan hallere karşı fiil sıfatından olan kızma ve celâl sıfatının tecellisini ve zatında hiçbir noksan kabul etmeyen cemâl sıfatının, en yüksek güzelliğin bütün paklığıyla tahakkukunu gerektirir. Bundan dolayıdır ki “Gök gürültüsü, övgüsüyle; melekler de korkusundan O’nu (Allah’ı) tesbih ederler.” (Ra’d, 13/13) ilâhî kavli tesbihin celâl sıfatı ile ilgisini açık olarak ifade etmektedir. O halde tesbihin hakikati, hamdin hakikati gibi doğrudan doğruya Allah Teâlâ’nın kendisine mahsus olan ve Subbûh, Kuddüs, Hamîd şerefli isimlerinin gereği bulunan fiildir. Yaratılmışlara ait olan tesbih ise her birinin fıtrî verilerine mümkün olabilen özel yetenekleri oranında gerek fiilen ve gerek sözlü olarak ve gerek itikâdî bakımdan onun açıklanma ve ilanı için ilâhî emre uymaktan ibarettir. Bundan dolayıdır ki tesbih söz, fiil, niyet ve itikadı içermek üzere ve özellikle namaz mânâsına ve “sübhaneke” ve “sübhânallah” gibi tenzihi ifade eden zikirler ile övme mânâlarına gelmektedir. Onun için burada tefsircilerin çoğu mutlak tenzih ile, bazıları da namaz ile, diğer bazıları da “sübhanallah” demekle tefsir etmişler, bazıları da “Bunu bizim hizmetimize veren (Allah)in şânı yücedir.” (Zuhruf, 43/13) gibi tesbihi taaccüb olarak bu başarının hayrete değer bir şekilde büyüklüğünü kutlamak için olduğunu anlatmışlardır. Ebu’s-Suud bu vecihleri şöyle özetlemiştir: “Rabbine hamdederek “sübhanallah” de, yahut kimsenin kalbine gelmeyecek vechile sana o hayrete şâyân üstünlük ve başarıları kolaylaştırdığından dolayı onun o güzel, o mükemmel sanatına hamd ederek taaccüb et (şaşırıp kal), yahut çok nimet vermesinden dolayı çok ibadet ve sena olmak üzere onu tesbih ve hamd ederek zikret. Yahut nimetine hamd ederek onun için namaz kıl, Kâbe’nin kapısını açtığı zaman Resulullah (s.a.v)’ın sekiz rekat kuşluk namazı kılmış olduğu rivayet edilmiştir. Yahut vaadini yerine getirdiğinden dolayı hamd ederek onu zalimlerin söylediklerinden tenzih et, yahut ikram sıfatlarına hamd ederek celâl sıfatlarıyla senâ et!”
Resulullah’ın, birçok âyetlerde geçtiği üzere, daha önceden de tesbih ve hamd ile emrolunduğu ve bundan dolayı fetihten önce dahi tesbih ve hamd etmekte bulunduğu malum olduğu için buradaki emrin devam veya fazlalaştırma veya diğer bir nükte ile özel bir mânâ ifade etmesi gerekeceğinden, anılan vecihlerle tefsirciler bunu anlatmak istemişlerdir. Şu muhakkaktır ki, Allah Teâlâ’nın celâl ve ikram tecelliyatı hiçbir an kesilmediğinden dolayı her zaman ona tesbih ve hamd vazifedir. Hamd, Fâtiha’da açıklandığı üzere yalnız ulaşılmayan nimetten dolayı değil, ulaşılan nimetten dolayı da olur. Ve o zaman hamd, şükür mânâsında olur. Şu halde celâl ve ikram tecellileri arttığı oranda da tesbih ve hamdin artması gerekir. Zira nimet ve ikrama erince, ihsan edeni ve celâl sıfatını unutmak ve celâl eseri karşısında cemâl ve ikram tecellilerini unutmak hüsrana götüren cahillik ve küfür huylarındandır. Yardım ve fetihte ise bir taraftan celâlin ortaya çıkarılması, bir taraftan da ikram ile vaade vefa vardır. Şu halde bunların tahakkukuyla tesbih ve hamd vazifesinin ifası kastedilmiştir. En yüksek paklık ile en yüksek hamd ve şükür zevki asıl o zamandır. Ve asıl o zamandır ki kalbin daha yüksek bir ferağat ve temizlikle Hak Teâlâ’nın celâl ve cemâl neş’esini duyarak ona yönelmesi lazımdır. Nitekim “Boşaldığın zaman uğraş (ibadetle meşgul ol) yorul. Ve Rabbine rağbet et.” (İnşirah, 94/7-8) buyurmuştu. Ve onun için cennet ehlinin bütün davası da tesbih ve hamddir. İşte “Allah’ı hamd ile tesbih ederim.” diye zikre devamda bu zevk ve neşe ile Hakk’ın cemâline olan o şevk ve rağbetin ilan ve izharı ve ruhun tam bütünüyle ona dönmesi demek olduğu gibi, ta peygamberliğin başlangıcında “Pislikten (Allah’a eş tutmak, puta tapmak gibi şeylerden) kaçın.” (Müddessir, 74/5) buyurulmuş olan putların bu fetih ve zafer üzerine kırılması ve açıkta kapalıda şirk eserlerinin, ahlâkının ve âdetlerinin silinmesi için temizlik yapılması da tesbih ve tenzihin gereğidir. Bundan dolayı burada “tesbih et” emri, Allah Teâlâ’yı zikir ve tenzihin çoğaltılmasını ifade ederken zahir ve bâtının temizlenmesi emrini de ifade etmiş olur. Fakat biraz önce hatırlatıldığı üzere tesbih ve tahmidin hakikati yine Allah’a mahsus olduğu için her kim olursa olsun dünyada hiçbir yaratığın onu bütün kemaliyle yerine getirmesi kabil olmaz, kul, masum olsa da münezzeh, sübhan olamaz. Her ne kadar, büyük ahlâk olan ilâhî ahlâk ile ahlâklansa, “Onunla arasındaki mesafe iki yay kadar, yahut daha az.” (Necm, 53/9) kalsa da Yaratıcı Teâlâ’nın “Zatına benzer hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 42/11) olan zât-ı sübhânisine oranla mahlûkun kusur ve noksanı mahiyetinin gereğidir. Onun bütün kemâli “Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım bekleriz.” (Fatiha, 1/5) anlaşmasıyla Allah Teâlâ’nın yardım ve inayetinden aldığı imdat feyzine bağlıdır. Her hususta yardım ve fetih ondandır. Nitekim Resulullah “Ben sana senâyı sayıp tüketemem, sen kendini senâ ettiğin gibisin.” demiştir. “Sana hakkıyla ibadet edemedik.” diye varid olmuştur.> Bu kusuru örtecek, bu eksikliği tamamlayacak olan da ancak Allah Teâlâ’nın mağfiretidir. O da isteyene vaad edilmiş olduğundan buna işaret olarak da buyuruluyor ki: Ve ona istiğfar et. Muhammed Sûresi’nde “Bil ki, Allah’tan başka tanrı yoktur. (Ey Muhammed), kendi günahın, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahı için (Allah’tan) mağfiret dile.” (Muhammed, 47/19) buyurulduğu üzere gerek kendin ve gerek ümmetin için mağfiretimi dile, ki “Allah senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın.” (Fetih, 48/2) hükmü zâhir olarak (gerçekleşerek) bütün temizlikle Rabbine dönesin. Çünkü O muhakkak tevbeleri çok kabul edici bulunuyor. Tevbe ile kendine dönenleri kabul ile affedegelmiştir. Şu halde istiğfar ve tevbe edenler kabulünü ümit etsinler. Kelamın zahiri denilmek iken buyurulması nüktelidir. Tesbihin hamde yakınlaşması gibi, bununla istiğfarın tam faydası, tevbeye yakınlaşması halinde olacağına bir tenbih vardır. İstiğfar, yahut “Ya Rabbi bana mağfiret et, bize mağfiret buyur, mağfiretini niyaz ederim” gibi dua ve niyaz ile mağfiret istemektir. Tevbe ise yukarılarda açıklandığı üzere günaha nedamet ve bir daha yapmamak üzere azim ile dönüştür. İnsan, başkalarının günahları için de istiğfar edebilir. Kur’ân’da “Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni, anamı babamı ve müminleri bağışla.” (İbrahim, 14/41) gibi bunun pek güzel misalleri vardır. Onun için burada da “ondan mağfiret dile” emri, Peygamber’in sadece kendisi için olması lazım gelmeyip ümmeti için de olur. Ve hatta daha çok ümmeti için denilmiştir.
Fakat kimse başkasının adına tevbe edemez. Bununla beraber istiğfar, tevbeyi de içine alabilir. Alûsî’nin naklettiği vechile İbnü Receb demiştir ki: Yalnız istiğfar, duada mağfiret isteğiyle beraber tevbedir, “Allah’tan mağfiret diliyor ve O’na tevbe ediyorum.” gibi tevbeyi de zikrederek istiğfar ise, sadece mağfiret talebiyle duadır. Bir de demiştir ki, yalnız istiğfar, geçmiş günaha nedametle ve onun şerrinden korunmayı dua ile talep ve gelecek günahın şerrinden de onu yapmamaya azm ile korunmayı talebdir. Ve işte “Israr ile sağîra (küçük günah) yoktur, istiğfar ile de kebîre (büyük günah) yoktur.” gibi varid olan hadislerde ısrarı yasaklayan ve soyut olarak zikredilen istiğfardan kastedilen böyle nedamet ve azm ile tevbeyi içermiş olan istiğfardır. Eğer geçmiş günaha nedamet yoksa, o sadece duadır, nedamete yaklaşmış ise tevbedir.”
Bunun özeti, şer’an istiğfara vaad edilmiş ve tertip edilmiş olan hükümler, tevbe mânâsında olan istiğfardadır. Mutlak olarak istiğfar denildiği zaman o kastedilir. Tevbe, nedamet mânâsı bulunmayan ve günahtan pişman olmaksızın sadece onun af ve mağfiretini istemekten ibaret kalan istiğfar, sadece bir duadır, makbul olmamak gerektir. Çünkü hem günaha pişmanlık duymamak, hem de onun mağfiretini istemek Allah’a karşı edepsizliktir. Ancak bu, kişinin kendi günahı hakkındadır.
Bir de bu âyette intibak sanatı olduğu söylenmiştir. Asıl kelam: “Ona istiğfar et, çünkü o bir mağfiret edicidir ve tevbe et, çünkü o bir tevbeleri kabul edicidir” demek olup, her birinden birinin hazfiyle diğerine işaret edilmiştir.
Sûrenin başında da işaret olunduğu üzere İmam Ahmed b. Hanbel’in “Müsned”inde ve “Sahih-i Müslim”de ve daha başkalarında Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir ki, Resulullah (s.a.v.) son zamanlarında sözünü çok söyler olmuştu ve sorulduğunda: “Rabbim bana ümmetimde bir alamet göreceğimi haber verdi ve onu gördüğüm zaman hamd ile tesbih ve istiğfar etmemi emir buyurdu.” demişti. “Keşşaf Tefsiri”nde der ki: “Tesbih emriyle beraber istiğfar emri dinin kıvamı olan emir ile emri olgunlaştırmak içindir. Yani dinin kıvamı itaat ile günahlardan korunmak arasını toplamadadır. Bir de Resulullah’ın masum olmasıyla beraber bu emir ümmetine lütuf olması içindir. Bir de istiğfar, Allah için tevazudan ve nefsin hazmindendir. Ve ondan dolayı nefsinde bir ibadettir. Peygamber (s.a.v.) hazretlerinin: “Ben gece ve gündüz yüz kere istiğfar ederim.” dediği de sahih rivayetler cümlesindendir.” A
lûsî der ki: “Kul her ne kadar çok çalışsa da, Mabud’un celaline layık olanı, gereği gibi yerine getirmede kusurdan uzak olamayacağına işaret için birçok taatlardan sonra istiğfar da meşru kılınmıştır. Onun için zikretmişlerdir ki, farz namazı kılan kimse için akabinde üç defa istiğfar etmesi, teheccüd kılanın seher vakitleri dilediği kadar istiğfar etmesi ve hacının hacdan sonra istiğfar etmesi meşru kılınmıştır. “Seherlerde istiğfar ediciler.” (Âl-i İmran, 3/17), “Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edin ve Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir.” (Bakara, 2/199). Aynı şekilde abdestin sonunda ve her toplantının bitiminde istiğfarın meşru olduğu da rivayet olunmuştur. Resulullah herhangi bir toplantıdan kalkarken de derdi. Bu şekilde istiğfar emrinden, anlaşıldığı nakledilen vefat haberine bir remiz var demektir. Meşhuru da bu işaret, dinin emrinin kemal bulmasıyla davet görevinin tamama yaklaşmış olduğuna delaletten anlaşılmıştır.”
“O, Resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi ki, o (İslâm dini)nu bütün dinlerin üstüne çıkarsın.” (Saf, 61/9) âyetleri Resulullah’ın peygamber olarak gönderilmesi, Hak dininin bütün dinlere karşı hikmetinin açıklanması için olduğunu anlattığı ve “Onlara (yapacağımızı) söylediğimiz (azab)in bir kısmını sana göstersek de veya (bunu sana göstermeden) seni (dünyadan) alsak da (ne farkeder?). Nihayet bize dönecekler.” (Yunus, 10/46) gibi âyetlerde de kâfirlere karşı yapılmış olan tehditlerin bir kısmını Peygamber’in, vefatından önce dünyada göreceğine işaret buyurulduğu gibi, bu sûrede de yardım ve fethin geleceği ve halkın alay alay hak dine girmeye başladıklarını Resulullah’ın muhakkak göreceği vaad olunarak bu görüş tahakkuk ettiği zaman tesbih ve hamd ile istiğfarın emrolunması ve sonra buna talil (sebep gösterme) makamında Tevvâb (tevbeleri çok kabul eden) şerefli ismiyle son verilmesi, tesbih ve hamd ehl-i cennetin ilerden beri davasının gayesi olduğunun malum bulunması ve mağfirette örtmek, tevvabda dönüşü kabul etmek mânâlarının da esas olması düşünülünce muhakkak bir kerîm vaad ile onu kesin şekilde yerine getirmeyi ifade eden bu ta’lîk (belli bir zamana bırakma)ın birçok nüktelere delalet eden faydalarının neticesi; o vakit gelince, vaadin tamam olup peygamberlik görevinin sona ererek “dön” emrinin tahakkuk edeceğini ve böylece o alametler görülünce vaadin doğruluğunu ve hakkındaki yardım ve ilâhî tecellilerin kudsiyet ve yüceliğini görmüş, Kevser’in oluş zevkini müşahede etmiş olan Muhammedî zatının o başarılı neşesiyle tatmin olmuş ve seçilmiş, lekesiz olarak bu fani âlemden, bu imtihan yeri ve günahların savaş alanı olan bu dünyadan çekilip pak ruh ve temiz sır ile hakka’l-yakîn Allah’ın likasına kavuşmak üzere tesbih, hamd ve en çok ümmeti için istiğfar ederek “Biz Allah’a aidiz ve muhakkak O’na dönücüleriz.” (Bakara, 2/156) âyetinin hükmüne hazır ve âmâde bulunması gereğine işaret olduğu sezilir ki, bunda “Benim dinim benim içindir.” (Kâfirûn, 109/6) mefhûmundaki ihlas ve müjdelemenin de bir izah ve ifası vardır. Rivayet olunmuştur ki bu sûre nazil olduğunda Resulullah (s.a.v.) bir hutbe okuyup şöyle buyurmuştu: “Bir kul, Allah onu dünya ile kendine kavuşması arasında muhayyer (seçmeli) kıldı, o Allah’a kavuşmasını seçti.” Bunun ne demek olduğunu Ebu bekir (r.a.) anlamıştı da: Canlarımız ve mallarımız, atalarımız ve evlatlarımızla sana feda olalım, demişti. Yine rivayet olunmuştur ki: Resulullah bunu ashabına okuduğu zaman sevinmişler, fakat Hz. Abbas (r.a.) ağlamıştı. Resulullah (s.a.v.): “Neye ağlıyorsun amca?” buyurdu. “Sana vefatın haber veriliyor.” dedi, “Evet dediğin gibi” buyurdu.Hz. Ömer’in ve İbnü Abbas’ın bunu anlayışları da yukarıda anlatılmıştır.
Nasr (yardım), fetih ve rüyet (görmek) bu üç şarta tesbih ve hamd, istiğfar, bu üç emrin gereğiyle ilgili nükteleri beyan ederken “Razî tefsiri”nde der ki: “Hak yakınlarının seyrinde iki yol vardır. Kimisi “hiçbir şey görmedim, illa ondan sonra Allah’ı gördüm” demiştir. Kimisi de “hiçbir şey görmedim, illa ondan önce Allah’ı gördüm” demiştir. Şüphe yok ki bu tarîk daha mükemmeldir. (Bak: Âl-i İmran, 3/190; Yunus, 10/31; Fussilet, 41/53) Zira yüksek hikmetler itibarıyla eseri meydana getirenden esere inmek, eserden eseri yapana çıkmaktan derece itibarıyla daha yüksektir. Rivayet erbabının fikirlerine de nur kaynağı vâcibü’l-vücûd, zulmet kaynağı mümkinü’l-vücûd olduğundan vâcibü’l-vücûdda istiğrak daha şereflidir. Hem asıl ile tabi olana istidlal, tabi olanla asla istidlalden daha kuvvetlidir. Bu anlaşıldıktan sonra bu âyet de işte bu iki tarîkın en şereflisi olan tarîka delalet etmektedir. Zira yaratıcı ile meşgul olmak, nefis ile meşgul olmaktan önce getirilerek önce Yaratan’a ait iki emir; tesbih ve hamd zikredilmiş, sonra da üçüncü mertebede istiğfar zikredilmiştir ki hem Yaratan’a, hem de halka dönüş olan karışık bir durumdur. Tesbih, celâl sıfatı olan selbî sıfatlara, tahmid de ikram sıfatı olan sübutî sıfatlara delalet ettiğinden dolayı celâli düşünmek, ikramı düşünmekten öne alınmak için tesbih, hamdden önce getirilmiş, sonra da Yaratan’dan halka inme yoluyla istiğfar zikredilmiştir. Çünkü bunda nefsin kusurunu ve hakkın zenginliğini görmek ve nefs için en güzel ve en mükemmel olanı istemek vardır. Malumdur ki, Allah’tan başkasının mütalaasıyla meşgul olduğu nisbette Allah Teâlâ’nın celâlini mütalaadan mahrum olur, istiğfarın tesbih ve tahmidden sonraya bırakılması bu inceliğe işaret eder.” Lâkin şunu da unutmamak gerekir ki, burada halka olan bu nüzul halkta kalmak için değil, halktan yaratıcıya en mükemmel şekilde rücû (dönme) ve onun mağfiretiyle cemalinin lütfuna gark olmak üzere huzur-ı ehadiyyetine kabul için olduğuna tenbih olarak sonu Tevvâb (tevbeleri çok kabul eden) şerefli ismiyle bitirilmiştir. Bunda zikredilen iki yolun ikisini de içine almış olmak üzere halka nüzulünden sonra yine Yaratan’a dönmek ve baştan sona tevhid ile ahirete ve sonsuzluğa karar vardır. “O, ilktir, sondur.” (Hadid, 57/3), “Ve sonunda Rabbine varılacaktır.” (Necm, 53/42), “Biz Allah içiniz ve biz O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156).
Kevser kendisine verilmiş olan Fahr-i âlem (s.a.v.) nihayet böyle yardım görmüş ve zafere ermiş olarak kendisine fetih kapıları açıldığı ve halkın alay alay, akın akın Allah’ın dinine girmeye başladıklarını gördüğü ve bu şekilde din tekamül ederek peygamberlik görevi sona erip gereğince dünyada hükümleri icra etmek üzere bütün dünya maddî ve manevî bakımdan kendisine teveccüh etmiş bulunduğu sırada “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona karşılığı tam olarak verilecektir. Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır.” (Necm, 53/39-42) hükmünce iki mükâfatın tecellisi karşısında bulunuyordu. Birisi: Zafer ve fethin gereği olarak dünya saltanatı ve ganimetinin teveccühü. Birisi de, onu kazandıran Allah’ın dininin gereği olarak o fani dünya arzu ve hevesine meyl ve iltifat etmeyip, Allah’ın lütuf ve yardımıyla sırf Allah için yapılmış olan o çalışma ve mücahedenin ecrini hiçbir dünyaya ait garazla kirletmeyerek “Elbette senin sonun (ahiretin), ilkinden (dünyandan) daha hayırlıdır.” (Duhâ, 93/4) hükmünü tahakkuk ettirmek üzere bu başarıyla şükran için de pak, temiz olarak Allah’a kavuşmak. Bir adı da Tevdi’ Sûresi olan bu sûre işte bu saatin girmesinde onun artık tesbih ve hamd ederek bundan böyle bu en mükemmel dinin hükümlerinin icrasını ümmetine bırakmak ve mihnet ve fena âlemi olan bu cisimler âlemine veda edip Rabbine kavuşmasına işaret ediyordu. Hz. Yusuf mülk edinmekteki başarısının sonunda “Rabbim, sen bana mülkten bir nasip verdin ve bana rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da, ahirette de benim yârim sensin! Beni müslüman olarak öldür ve beni iyilere kat!” (Yusuf, 12/101) diye müslüman olarak alınıp salihlere katılmasını istediği gibi, Resul-i Ekrem (s.a.v.) de hutbesinde: “Bir kulu Allah, dünya ile kendine kavuşması arasında serbest bıraktı, o da Allah’a kavuşmayı seçti.” diye işaret ettiği vechile dünyayı bırakıp, Allah’a kavuşmayı tercih etti.
Hicretin onuncu senesi “Bugün size dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” (Maide, 5/3) âyetinin nazil olduğu Veda Haccı’nı yaptıktan ve “Bakınız tebliğ ettim mi?, bakınız tebliğ ettim mi?” diye söylediği meşhur Veda Hutbesi’ni bitirdikten sonra Medine’ye dönmüştü. Hep hamd ile tesbih ediyordu. Bu arada son âyet olarak
“Şu günden sakının ki, o gün (hepiniz) Allah’a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tam olarak verilecek ve onlara hiç haksızlık edilmeyecektir.” (Bakara, 2/281) âyeti nazil olmuştu. Derken onbirinci hicrî senesinin Safer ayının sonlarında bir baş ağrısından rahatsızlanarak Rebîü’l-Evvel’in onikinci gününe kadar devam eden bu rahatsızlığı esnasında dahi son üç günden başkasında Mescid-i saadete çıkıp namazı kıldırmaktan kalmamıştı. Bu esnada bir gün Fadl b. Abbas ve Ali b. Ebi Talha hazretlerinin ikisi arasında minbere çıkıp hamd ve senâ ettikten sonra okumuş olduğu hutbesinde:
“Ey insanlar! Ben kimin sırtına bir değnek vurdumsa, işte sırtım, aynen bana vursun ve eğer kimsenin ırzına sövmüşsem, işte ırzım aynını yapsın, ben kimsenin malını almışsam, işte malım ondan alsın ve benim tarafımdan düşmanlık olur diye korkmasın, o benim şanımdan değildir.” dedi ve indi. Öğle namazını kıldıktan sonra yine minbere döndü, önceki sözünü tekrar etti. Bunun üzerine üç dirhem iddia eden bir kişiye derhal bedelini verdi. Sonra şöyle buyurdu: “Haberiniz olsun, dünya mahcupluğu, ahiret mahcupluğundan ehvendir. Sonra Uhud ashabına dua etti ve onlar için istiğfar eyledi. Sonra da yukarıda zikrolunduğu üzere: “Bir kul, Allah onu dünya ile kendisine kavuşması arasında serbest bıraktı da, o Allah’a kavuşmayı seçti.” buyurdu. Hz. Ebu Bekir bunun üzerine ağlamıştı da “Sana kendimizi, mallarımızı, babalarımızı ve evlatlarımızı feda ederiz!” demişti. Sonra da Ensar’ı tavsiye buyurdu. Ancak üç gün mescide çıkamamıştı, ezan okununca: “Ebu Bekir’e emredin insanlara namazı kıldırsın.” buyurdu. Rebiü’l-Evvel’in onikinci günü Pazartesi günü -ki doğduğu gündür- Hz. Aişe’den rivayet olunduğu vechile önündeki bardağa mübarek elini batırıp su ile yüzünü meshediyor “Allahım bana sekerâtına karşı yardım buyur.” diye dua ediyordu. Kuşluk vakti idi, derken ağırlaştı. Hz. Aişe kucağına almıştı, bu fani âleme gözünü yumdu, son sözü “Hayır, refîkı’l-a’lâ” diye Rabbine özlemini arzetti, isteği olan Allah’ın likâsına kavuştu (Bkz: Âl-i İmran, 3/144).
“Selâm, dualar ve güzellikler Allah içindir. Selâm, Allah’ın rahmeti ve Allah’ın bereketleri senin üzerine olsun ey Peygamber. Selâm (esenlik), bizim ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun. Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur. Ve yine şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve peygamberidir.” “Allahım, İbrahim ve yakınlarına salat ve selâm ettiğin gibi, Muhammed ve yakınlarına da salat ve selâm et.” “Rabbim, beni ve soyumu namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz, duamızı kabul eyle.” “Rabbimiz, beni, babamı, anamı ve insanları, hesaba kalkılacağı gün affeyle.” “Allahım, bizi onun dini üzere yaşat, onun dini üzere öldür ve onun bayrağı altında haşret.” “Allahım sen sübhansın, sana hamd ediyorum, beni affetmeni diliyorum ve sana tevbe ediyorum” “Bizim son duamız, “hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” olsun.”
Bu başarıya, bu güzel son buluşa, böyle tesbih ve hamd ile Allah’ın mağfiretine kavuşturan Allah’ın dinine karşılık bu nimetin kadrini bilmeyip küfür ve inkârda ısrar eden ve kendilerine “sizin dininiz sizedir” denilen ve tevbeye yanaşmayan kâfirlerin kötü sonuçlarıyla cezaları da en açık bir misal ile gösterilmek ve Peygamber’in vefatıyla İslâm’ın fetihlerine ve yayılmasına zarar gelmeyip, ona düşmanlık edenlerin yine muratlarına eremeyecekleri anlatılmak üzere bunun akabinde Hz. Peygamber’in amcası iken ona iman şerefine nail olmayıp küfür ve düşmanlık edenlerle beraber olduğundan dolayı soyu ve nesebi, serveti ve çalışmaları kendisine fayda vermemiş olan Ebu Leheb’in ebedî hüsranını anlatan “Tebbet” Sûresi gelecektir.