Feyzin gelişi bunu bağlıdır. Bu da iki kısımdır; biri zàhiren, biri de bâtınendir. Bihasebiz-zàhir huzur edebi odur ki:
Mürit, mürşidinin yüzüne bakmayarak, huzurunda boynunu büküp şöyle durmalıdır: Sanki sultandan kaçan bir köle tutulup sultanın huzuruna getirildiği vakitteki gibi. Ve o dâimâ hudû ve huşû üzere ola ve mürşidin emri ve izni olmadıkça oturmaya ve iktizà-yı şer’î (şeriatta) veya tarîkatte bir müşkülü olsa bile, mürşidin izni olmadıkça kendiliğinden söze başlamaya, cevap vermeye, kalkmaya ve huzur-u mürşit de hazır olanlarla tekellüm etmeye… Her ne kadar ihtiyar ise de, tekellümden son derece sakına.
Vay vay bu ahir zaman dervişlerine! Ne edep, ne de saygı var!.. Bazen ıslık çalacak kadar cüretkârlarına rastlanıyor. Huzur-u şeyhte lâubâli konuşmalar, seslerini yükseltmeler, tenkitler, gıybetler, hattâ tahakkümler de görülen hallerdendir. Aman yâ Rab!..
Aşık olan kimse mâşukunun gayriden müstağni olduğu halde nasıl durursa, öylece durup mecliste olanlara katiyen iltifat etmeye… Zira müridin mürşidine taaşşuk ve tâzimi (aşk ve hürmeti), Hak Teàlâ için olduğundan, ona taaşşuk ve tâzim hakîkatte Hazret-i Allah Celle ve A’lâya’dır.
Heyhàt kendisini dervişim diye aldatan zavallılara!.. Zira hadis-i şeriflerde Efendimiz (s.a.v): “Alimler peygamberlerin varisleridir.”
“Alim kavmi içinde, ümmeti içindeki peygamber gibidir.”
“Ümmetimin alimleri Benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.” buyurmuşlardır.
Ebâb-ı tahkîk indinde bu hadisin hakîkatı odur ki; ulemâ zâhir alimleri değil, ilmiyle âmil olan àrif-i billâhlardır. İlmiyle âmil olmayan alimleri ise, kitap taşıyan merkeplere benzetmişlerdir. O halde âmil olan alim ile, âmil olmayan alim arasında çok büyük bir fark meydana çıkmaktadır. Bundan dolayı ikincilerden aslandan kaçar gibi kaçmak lâzımdır. Bu hususta vârit olan hadis-i şerifler pek çoktur, pek de acıdır. Hattâ ehl-i cehennemin bunlardan Allah Celle ve A’lâ’ya sığınacakları bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu fenâ akıbete düşmekten emin buyursun… Âmîn,
Ammâ bihasebil-bâtın huzur (Batıni edep) edebi odur ki; mürşit huzuruna vardığından kalbi gàfil olmaya, veyahut kalbinde çeşitli hatıralar, vesveseler veya imtihan, itiraz, nefsinde muhabbetsizlik gibi kerih bir şey bulunmaya… Zira bunlardan birisi veya hepsi, kalb-i mürşidin müritten nefretini mucip ve mürşid nazarından sükûtunu, gözden düşmesi olur. Çünkü her müridin mürşidin kalbinde yeri vardır. Ve dahi denilmiştir ki:
“Mürşidin gözünden düşmek, yedi kat gökten yere düşmekten daha beterdir. Yani gökten düşmek, mürşidin gözünden düşmekten daha hayırlıdır.” denilmiştir.
Ehlullah nazarından sakıt olmak, Hakk’ın gözünden düşmeğe sebep olur. Öyle ise huzur-u mürşitte gafletten uzak olarak, vukûf-u kalbîyi muhafaza ile bâtınından feyzi tàlip olarak, kalbini mürşidinin kalbine muhabbet ve tazarru ile rabt edip (bağlayıp), onun teveccüh ve iltifatına muntazır ola… Güneşin ziyasının bütün âlemi kapladığı gibi, mürşidin feyzinin de bütün ufku doldurduğuna yakînen itikat ederek, müridin talebine muntazır (isteğini bekler) olduğunu idrak etmesi lâzımdır.
Her ne kadar feyzi idrak etmese dahi, yine itikadı bozulmaya. Zira şart olarak müridin mücerred itikadı (sade itikadı) ve vüsûl-ü feyze (feyze ulaşması) hüsn-ü zannı kâfîdir.
Ehl-i dünyanın huzur-u mürşit de dünyadan bahisleri (konuşmaları) müride zarar vermez. Huzur-u mürşit de oturmağı uzatmamalı; zira mürşidin kalbinde nefret ve usanç uyandırabilir.
Ve mürşidinin bâtınından gàfil olup, zâhiri ile meşgul olmaya… Çünkü mürşidin zâhiri ehl-i zâhir, bâtını da ehl-i bâtın içindir. Mürşidin başka kimselerle meşgul olmasına bakıp da, “Benden gàfildir, benimle alâkalanmadı; ben ondan nasıl istifâde ve istifâza edebilirim?..” dememeli ve bunu hatırına bile getirmemelidir. Çünkü mürşidin halk ile meşguliyeti, kendini Hak’tan alıkoymaz ve bütün müritleri onun kalbinde birer hardal misâlidir.
Ve şeyhini emsâlsiz bilip, “Şeyhim olmasa, beni Rabbime îsâl edecek (ulaştıracak) yeryüzünde kimse bulunmaz!” demelidir. Kimsenin levminden (kınamasından) korkmaya ve mürşidinden son derece korku üzere ola… İnâyet ve himmetinden ümidini kesmeye.
Müridin mal ve evlâdından, hattâ ruhundan ziyade şeyhine muhabbet eylemesi lâzımdır. Kendi saadet ve selâmeti mürşidinin rızasında; şekàvet ve felâketi de şeyhinin gazabından olduğunu bilmelidir.
Gerek mürşidinin huzurunda, gerek gıyabında, yani olmadığı zamanda dahi, onun kahır ve satvetinden sakınmak ve uyanık bulunmak gerektir. Zira Ehlullah, cevâsîs-i kulûb’durlar; Hak Teàlâ onları müritlerinin bütün ef’al (işleri) ve hareketlerine ve hatıralarına muttalî (haberdar) kılar. Gerçi müritlerine söylemeleri nâdir olur ama, müridin her hali ona mâlûmdur. (Allah’ın izniyle)
Mürşidin gülmesine ve zâhirde hüsn-ü muamelede olmasına aldanmamalı ve kendisinden zâhir muamelesinin kesilmesini rica etmelidir ve mürşidden tâzim ve hürmet beklememelidir. Zîrâ mürşidin tâzimi müride semm-i katildir, yâni çabuk öldüren bir zehirdir. Bu hal müridi yabancı bilmesinden ileri gelir.
Mürşidin müridi tahkiri (azarlaması), onu terbiye içindir; tahammül ve sabretmek gerektir. Zîrâ müritler bütün hallerinde imtihandan hàlî olmazlar. Hattâ hikâye olunur ki, bir şeyh (bu zatın Seyyid Sıbgatulah elErvasi (k.s) olduğu söylenmektedir.) müridine yatak ve misafir odasını hazırlamasını ve kadınlar arasında bulunan filanca hanımı çağırıp, odada onları bir saat yalnız bırakmasını ve kapıda bekleyip başkalarının girmesine mânî olmasını tembih eder.
Bunun üzerine mürid hiç itiraz etmeden vazifesini yapmış, feyzine de hiçbir zarar gelmemiş; ve odadan çıktıkları zaman, o hanımın şeyhin kız kardeşi olduğunu anlamıştır. Şeyh efendi müridine demiş ki:
“Benim fiilimi gördün, bundan sonra sende bir şey (yani feyiz) kaldı mı?..”
Mürid cevap vermiş: “Evet, ben eskisi gibi feyiz buluyorum ve itikat ederim ki, sizin fiiliniz hikmet ve maslahattan hâlî değildir ve buna her an şahidim vardır.” demiş.
Müridin bu sebatını gören şeyh efendi, onu tahsin edip: “Aferin oğlum! Git o hanıma sor ki, bana bir karâbeti (yakınlığı) filân var mıdır?..” demiş.
Mürid katiyyen böyle bir şeye cesaret edemeyeceği ricasında bulunmuşsa da, şeyh efendi:
“Hakîkati bilmeniz için sormanız lâzımdır.” deyince, mürid bil-mecbûriyye gidip hàtuna sormuş. O da:
“Hazretin kız kardeşiyim, uzaklardan ziyareti için geldim. İçeri girmeye fırsat bekliyordum.” demiş ve hakîkat da meydana çıkmış.
İhvân-ı din, şeyhin kendisinde görülen bu gibi hàlâta hemen itiraz etmemeli, sû-i zan etmişse der-àkab (hemen) tövbe ve istiğfar etmelidir. Zîrâ bu gibi havâtır zehirdir.
Ehlullaha itiraz kapılarını açanların, sû-i hàtime ile ahirete göçtükleri erbâb-ı keşif ve ehl-i hakîkat tarafından bildirilmiştir.
Ehlullaha itiraz eden kimselerin muhakkak küfür üzerine ölecekleri bazı kitaplarda yazılmıştır Allah Teàlâ cümlemizi nefsin ve şeytanın şerlerinden emin eylesin…
Eğer mürid şeyhinde zâhiren şeriata muhalif bazı şeyler görürse, Hazret-i Mûsâ (a.s) ile Hızır (a.s) arasında vâkî muameleyi hatırlaması gerektir; çocuğun katli ve geminin delinmesi gibi. Bu onun masiyetten (günahtan) kurtulmasına sebep olur.
Mürid mürşidiyle yemek yemeye; esvabını (elbisesini) giymeye; ona mahsus olan kâseden su içmeye; hayvanına binmeye, yerine oturmaya; meğer ki bunların her birine izin vermiş ola.
Mürşidin tekdir ve tehdidini ve azarlamasını kötü
görmeyip, belki lütuf ve maslahat addeyleye.
Mürşidin hizmetinde ise, ondan evvel uyumaya. Helâya giderken yakınında durmaya ve onun helâsına girmeye. Velhàsıl mürşidinin kullandığı hiçbir şeyi kullanmaya.
Mürşidine tâzimen (hürmet), her ne sorarsa saklamayıp doğru söyleye, hattâ günahı ve kabahati olsa dahi… Kalbinde olan şeyleri de gerek mürşidi, gerek tarikatı hakkında, tövbe ve istiğfar ile gideremediği takdirde, onların def’i için mürşidinden başkasına söylemeye ve ancak mürşidine söyleye… O hatıra kalbinde oldukça feyiz kapıları kapanır. İç hallerini de yalnız mürşidine söyleye.
Mürşidinin sevdiğini seve, sevmediğini sevmeye. Ehl-i bid’atten ve erbâb-ı gafletten ve tarikatı inkâr edenlerden son derece kaçına. Müritlerin ecnebîlerden, yâni tarikat aleyhdarlarından ve şeriata aykırı giden ve muhalefet edenlerden, aslandan kaçar gibi kaçmaları ve ateşten sakınır gibi sakınmaları lüzumu rivayet olunmuştur. Zira bunların kalplerindeki kasvet (atılık), derhal müridin kalbine akseder ve hali perişan olur; gaflet, kasâvet, zikirde atàlet, tembellik ve batàlet-i (iptali kalp) kalbe sebep olur. Ve bazen kalbi büsbütün zikirden men eder.
Ve dahi tarikatı inkâr edenin taamından yemeye. (Ya dini inkâr eden ehl-i fesadın yemeği yenir mi dersiniz?) Ehl-i inkârın yemeği, kırk gün feyiz kapılarını kapar. Ve ihlâs sahibinin yemeğini yiye.
Yemekte ve içmekte bir lokma dahi olsa, israftan ve hırs ile yemek yemekten ve kalbi gàfil iken yemekten çok sakınmak lâzımdır. Zîrâ, “Gaflet lokması gaflet getirir, huzur ile yenen de huzur getirir.” demişler.
Ve dahi nefsini gazap ve gülmeden muhafaza eyleye. Çünkü bunlar nispet nurunu söndürür ve kalbi öldürmekte suyun ateşi söndürmesinden daha süratlidir. Böyle gülme ve gazap etme hallerinde, derhal bulunduğu yerden uzaklaşmalıdır.
Menhiyattan fazla olarak her mâlâya’nîyi, yâni bir işe yaramaz faydasız sözleri ve işleri terk ede… Çünkü bunların hepsi kıyamet gününde huzur-u Hakk’a arz olunur. Zîrâ ömür aziz, vakit cevher-i nefîs, fırsat ganimettir. Melik-i Cebbâr’dan bir daha mühlet verilmesi mümkün olmadığını düşünerek, her lahzayı ondan enfes olan zikrüllaha ve Hak ile huzura sarf eyleye. Belki nefsini kefeni üzerinde meyyit halinde ve mezara girmiş addedip, haline merhameten zikrullah ile meşgul olup dura. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) Hazretleri, mürşidimiz, pîrimiz Ebû Bekir (r.a) (ruhum ona fedâ olsun) hakkında:
“Yeryüzünde yürüyen bir ölü görmek isteyen, Ebû Bekir’e baksın!” buyurmuşlardır. Ve dahi:
“Bedeninle dünyada ol, kalbinle ahirette…” buyurmuşlar. Ve bu mânâya işareti zımnında üç kere buyurmuşlar ki:
“Dünyada bir garip gibi veya bir yolcu gibi ol ve kendini kabirdekilerden say!”
Hak Celle ve A’lâ Hazretleri ise: “Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler!”[1] buyurmuştur.
Mürşid ile huzurda bulunma bahsinde kayda değer bir edebi de not olarak zikretmekte fayda gördük. Bu edep şudur:
Bilhassa toplantı ve sohbetlerde hazır olan ihvânın, üçer beşer guruplara ayrılarak mâlâya’nî nevinden konuşmalara dalmaları, toplantının esas gàyesine uygun düşmüyor, aynı zamanda edebe de mugàyir oluyor. Bu gibi sohbetleri ganimet bilip, büyükler tarafından yapılan irşadı beklemelidir. Şayet bir konuşma yapılmıyorsa bile, sükût ve huzur içinde feyz-i ilâhînin gelişine intizarla (bekleyişle) oturmak gerektir. Zamanı, vakti, hattâ kalbi lüzumsuz konuşmalarla öldürmemek lâzımdır.
Bu edebe muhalefet edenleri uyarmak ve sükûta davet etmek de, orada bulunanların vazifelerindendir.
[1] Zümer: 30