Okunuşu: Kul yâ eyyühel kâfirûn. Lâ a’büdü mâ ta’büdûn. Ve lâ entüm âbidûne mâ a’büd. Ve lâ ene âbidün mâ abedtüm. Ve lâ entüm âbidûne mâ a’büd. Leküm dînüküm veliye dîn.
Anlamı: (Ey Muhammed!) De ki: Ey inkârcılar! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da sizler tapmazsınız. Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim. Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.
KAFİRUN Suresi Buyuk Tefsiri
Mekke Döneminde İndi
Âyet Sayısı: 6
Sûresi ve bundan hikaye itibarıyla Sûresi>ve dilimizde bilinmiş olduğu üzere Sûresi denilen bu sûre de Mekkî’dir. Dânî, ittifakla demiş. “Bahru’l-Muhit”de ise: “Çoğunluğun görüşüne göre Mekkî’dir.” Katade’den, “Medenî olduğu da rivayet edilmiştir” diyor. Katade’den bunun zıddı da nakledilmiş, ancak İbnü Merduye, İbnü Zübeyr’den Medenî olduğunu rivayet etmiş, bu sebeple Alûsî, Dânî’nin “ittifakla” demesine, “yerinde değildir” diye ilişmiş ise de Medenî rivayeti, garib demek olacağından, sahihi ittifakla Mekkî demek olur. İbnü Ebi Hatim’in Zürare b. Ebi Evfa’dan rivayet ettiği vechile bu sûreye “Mukaşkışa” dahi denilir ki, uyuz ve çiçek hastalığı gibi hastalıklardan iyileştirmek demek olan “kaşkaşe”den türemiş olup şirk ve nifak fak dertlerinden uzak kılan mânâsına “müberrie” demektir. “Kaşkaşe” Türkçe’de def etmek, kovalamak mânâsına kışkışlamak ile de terceme olunsa yakışmaz değildir.
“Cemalu’l-Kurrâ”da zikredildiği üzere buna “İbadet Sûresi” de denilmiş olduğu gibi, “İhlas Sûresi” de denir. Ondan dolayı Sûresi ile ikisine “İhlaseyn” (İki İhlas) tabir olunur. Nitekim Resulullah’ın sabah ve akşam namazlarının sünnetlerinde ve okuduğunu İbnü Ömer’den ve Hz. Aişe’den rivayet edilen hadislerde “İhlaseyn” denildiği de görülür.
Âyetleri : İhtilafsız altıdır.
Fâsılası : harfleridir.
Bu sûre Kevser’in içine aldığı ihlas ile ibadet emrinin ilanını emreden, aynı zamanda Peygamber’e buğzeden ebter (güdük)lerin küfürlerine karşı da bir cevap mevkiinde olarak onun mânâsını bir açıklama gibidir. İmam-ı Ahmed’in ve “Evsat”da Taberanî’nin rivayet ettikleri bir hadiste, Zeyd b. Harise’nin kardeşi Cebele b. Harise, Resulullah’a: “Bana uykum sırasında okuyacağım bir şey öğret.” dediği zaman bu sûreyi okumasını emir buyurmuştur. Bezzar ve İbnü Merduye, Habab’e emrettiğini de rivayet eylemişler. Beyhaki de “Şuab”da: “Enes’e de uykusu sırasında okuması emrolunduğunu” rivayet etmiştir. Ebu Ya’lâ ve Taberanî şu hadisi de merfu olarak rivayet etmişlerdir: “Sizi, Allah Teâlâ’ya şirk koşmaktan koruyacak bir kelime anlatayım mı size? Uykunuz sırasında Sûres’ini okursunuz.” Deylemî de Abdullah b. Cerad’dan şöyle rivayet etmiştir: “Resulullah buyurdu ki: Münafık kuşluk namazı kılmaz ve okumaz.” Taberanî “Evsat”da İbnü Ömer’den ve “Sağîr”da Sa’d b. Ebi Vakkas’tan rivayet etmiştir ki: “Bu sûre Kur’ân’ın dörtte birine denktir.” Bunun izahında bir hayli söz söylenmiş ise de en basiti şöyle anlamaktır: Kur’ân’ın mânâsı bir bakışa göre şu şekilde özetlenebilir: İbadetler, muameleler, ahiret hükümleri ve kıssalar. Bu sûre ise ibadetin ruhu olan tevhid ve ihlas ilanını emredici olduğu için dörtte birine denk demek olur.
Nüzul sebebi: Ebu Hayyan der ki: Bunun inme sebeplerinden olarak şöyle zikretmiştir: “Peygamber (s.a.v.)’e kâfirler: “Bırak bu tuttuğun davayı biz sana istediğin kadar mal, servet verelim, kızlarımızdan dilediğinle evlendirelim ve seni üzerimize melik yapalım, eğer bunu yapmazsan gel bizim ilâhlarımıza tap, biz de senin ilâhına tapalım, müşterek olalım, hayır hangisinde ise ona hepimiz de ulaşmış oluruz” demişlerdi. Bir de onun en çok buğzedeni Kureyş’ten olduğu ve bir sene kendilerinin tanrılarına ibadet etmesini ve kendilerinin de bir sene onun tanrısına ibadet edeceklerini söylemiş olduklarından dolayı onlardan uzaklaşmak ve o teklifin asla olacak şey olmadığını haber vermek için Allah Teâlâ bu sûreyi indirdi.”
İbnü Hişam “Siyer”inde der ki: “Bana gelende: Resulullah (s.a.v.) Kâbe’yi tavaf ediyorken Esved b. Muttalib b. Esed b. Abdi’l-Uzza ve Velid b. Muğire ve Ümeyye b. Halef ve As b. Vâil es-Sehmî önüne gerildiler, bunlar kavimleri içinde yaşlı kimselerdi. “Ey Muhammed! Gel, biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptığımıza tap, biz ve sen (bu) işde müşterek olalım. Eğer senin taptığın bizimkinden hayırlı ise biz ondan nasibimizi almış oluruz ve eğer bizim taptıklarımız seninkinden hayırlı ise sen de nasibini almış olursun.” dediler. Allah Teâlâ’da onlar hakkında sûresini tamamen indirdi.” İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hatim ve “Mesahif”de İbnü Enbârî, Ebu’l-Buhturî’nin mevlası Said b. Meyna’dan öyle rivayet de eylemişlerdir. Tefsircilerin çoğunlukla zikrettikleri şu şekillerdir:
Kureyş’in ileri gelenlerinden bir takım, Resulullah’a, sen gel bizim dinimize tabi ol, biz de senin dinine tabi olalım, bir sene sen bizim tanrılarımıza ibadet edersin, bir sene de biz senin mabuduna ibadet ederiz, dediler. Resulullah: “Allah korusun, Allah’a başkasını ortak koşmaktan.” dedi. Onlar, o halde bizim tanrılarımızın bazısına el sürüver de seni tasdik edelim ve tanrına ibadet edelim, dediler. Bu sebeple bu sûre nazil oldu. Resulullah sabahleyin Mescid-i Haram’a gitti, Kureyş’ten dolgun bir heyet vardı. Başları üzerine dikildi de bu sûreyi okudu, onlar da ümitlerini kestiler.”
İbnü Cerir’in ve Razî’nin kaydettikleri vechile “De ki: “Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller?” (Zümer, 39/64) âyeti de bu sebeple nazil olmuştu. Onda Allah’dan başkasına tapmayı emrettiklerinden dolayı cahillikleri ile azarlayarak “ey cahiller” diye hitap etmesi emredilmişti. Bundan da daha ağır olarak “ey kâfirler” diye hitap emrediliyor ve bu vechile gerekçesi beyan olunarak onların dininden uzaklaşma ve hak tevhid dini ile din edinilmenin lüzumu tebliğ buyuruluyor. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
1- De ki: Ey kâfirler
2- Sizin taptıklarınıza ben tapmam.
3- Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz.
4- Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim.
5- Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.
6- Sizin dininiz size, benim dinim banadır.
De ki: Ey kâfirler!” Bu nidaya “de” emriyle başlanmasında Razî kırk kadar nükte saymıştır, tafsili uzun gider. En birincisi Hz. Peygamber’in kendi tarafından değil, Allah Teâlâ’dan açık emir ile bilhassa tebliğ ve ilan edilmek üzere peygamberlik görevi olarak söylenildiğini ilk baştan anlatmaktır. Zira Fahr-i Âlem (s.a.v.) işlerinde yumuşaklıkla ve mülayim olmakla emrolunmuştu. Ona “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi.” (Al-i İmran, 3/159 buyurulmuş, “(Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107) buyurulmuştu. Allah’a daveti de en güzel yolda olmak üzere “(Ey Muhammed), sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 16/125) diye emrolunmuştu. Bununla beraber “Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maide, 5/67) hitabıyla da kendisine her indirileni tebliğ etmesi, etmezse peygamberlik görevini yerine getirmemiş olacağı da emredilmiştir. Burada ise muhataplarına “ey kâfirler” diye en ağır vasfile nida edeceği, çünkü beyan ve tebliğ olunacak hak hükmü hakiki sebebi onların değişmeyecek olan kâfirlik sıfatları olduğundan dolayı burada bu sıfatın açıkça söylenmesi lazım geldiği için bu ağır hitap o yumuşak ve mülayim olma emirlerine nasıl layık olur? diye bir itiraza mahal bırakmamak ve hakkın beyanı için bunu açıklamak gerektiği başlangıçta anlatılmak üzere: “Bunu ben kendiliğimden söylemiyorum, emredilmiş olarak söylüyorum.” demiş olmak için evvela “de” emri açıklanmıştır. Ve bunun Kevser Sûresi’nden sonraya konulmuş olmasıyla da hem bu emrin “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.” (Kevser, 108/2) gibi Kevser ihsanına tertip edilmiş emirlerden olduğuna hem de Peygamber’e öyle buğz ve düşmanlık beslemekte ısrarlı olanların güdüklükleri, hayırdan mahrum oluşları gibi kâfirlikleri de ayrılmaz sabit vasıfları ve onlara böyle nida kendilerinin yeğledikleri gerekleri olmuş bulunduğuna da bir siyak (söz gelimi) işareti yapılmış ve bu şekilde inme sebebi olan ve kabulüne ihtimal olmayan birbirine zıt, yapılmaz teklifleri yani putlarına tapılmak şartıyla Allah’a ibadet edeceklerini ileri sürmeleri de ısrarlı oldukları o buğz ve kinin bir neticesi olduğuna dahi işaret olunmuştur. Onun için büyük tefsirciler demişlerdir ki burada böyle “ey kâfirler!” diye nida genel olarak kâfir olanlara değil, ebedî olarak imana gelmeyeceklerini Allah Teâlânın bildiği bir takım kimselere mahsustur. Çünkü kâfirler içinde de, Kitap ehlinde olduğu vechile, Allah’ı mabud tanıyanlar bulunduğu gibi, sonra imana gelip ibadet edenler ve edecekler de bulunduğu için, onlara karşı: “Siz Allah’a ne şimdi, ne de ilerde ibadet edecek değilsiniz.” denilmeyeceği açıktır. O halde önce genelleyip sonraki âyetlerle tahsis etmektense başlangıçta “lâm-ı ahid” (ahid lâm) ile nüzul sebebine işaret olarak “ey o kâfirler” diye özele hamletmek daha güzel olur ki, bu özellik de hakka kızgın olup da imana gelmeyecekleri Allah’ın ilminde malum bulunması itibarıyla olan sabit sıfatları olmuş oluyor. Bu ise nüzul sebebi olanların yalnız şahıslarına değil, değişmesi ihtimali kalmamış olan küfürlerinden dolayı olduğu için maksadın aslı küfürden uzaklaşma olarak bu nida öylelerinin hepsine delalet bakımından içerirse de herhangi bir kimsenin veya kavmin ilerde imana gelip gelmeyeceğini Allah’tan başkası bilemeyeceği için bu hitabın dıştan fiilî olarak tatbiki Kureyş içinde nüzul sebebi olanlara bağlı kalmış demek olur. Yoksa “de ki, ey kâfirler” diye emrolunduğundan dolayı henüz geleceği hakkında bilgimiz olmayan şahıs veya toplum her hangi bir kâfire “ey kâfir” yahut “ey kâfirler” diye hakaret ve buğzederek hitap etmek lazım veya caiz olur sanılmamalıdır. Bu emrin, belirli şahıslara karşı fiiliyatta tatbiki nüzul sebebine bağlı demek olduğundan dolayı bütün kâfirler hakkında güzel mücadele ile davet ve yoluyla mücahede ve benzeri diğer gibi muamelata ilişik genel hükümlere muhalefeti de yoktur. Bunu müslüman yalnız küfürden, şirkten, nifaktan ve Allah’ın bildiği o kabil kâfirlerden kalben uzaklaşarak iman ve ibadetinde tevhid ve ihlas ile dinine sarılmak için olur, zamanına ve icabına göre bunu defetmek yerinde okumak da güzel mücadele ve hikmet olur. Onun için bu sûrenin genel olarak cereyan eden ve baki olan hükmü, küfür ve nifaktan uzak olmak için gizli, açık her halde okumaktır. Fakat taarruz için değil, uzaklaşmak için okumak ve sadece bir tarihî hatıra olarak değil, kendi nefsine nasihat olarak dinine ihlas ve inancını kuvvetlendirmek için tilavettir. Hadis-i Nebevî’de şirkten kurtaracak bir kelime olmak üzere uyku sırasında okunmasının tavsiye buyurulması da bu hükmü ve hikmeti ifade eder. Bunun böyle olması ise mücahedeye, ibadet ve dinin tafsilatına dair olan genel hükümlerine ilişkin görevler ile meşgul olmaya engel de olmaz. Hasılı bununla bütün kâfirlere bir saldırı emrolunmamış olduğu gibi, güzel mücadeleden ve mücahededen men olunmuş da değildir. Şu halde bunun içinde ki hükümlerde, genel hükümlere göre nasıh ve mensuh tasavvuruna lüzum yoktur. Ancak nüzul sebebi olan ve Kureyş içinden asla imana gelmeyecekleri haber verilmiş bulunan o kâfirlere mahsus olarak “sizin dininiz size; benim dinim banadır” denilmiş olduktan sonra bilahere Medine’den onlarla harbedilmesinde ve Mekke’nin fetholunup putların iptal olunmasında ve Berâ Sûresi’nin inmesiyle bütün müşriklerin Mescid-i Haram’a yaklaştırılmamasında ve nihayet bütün Arabistan’da İslâm’dan başka dinlerin yasaklanmasında o hususi kâfirlere “sizin dininiz sizin içindir” diye verilmiş bulunan izin hükmünü nesih var mıdır, yok mudur? bu bahis konusu olmuştur. Eğer bu sade bir red veya sonunda cezalarının ağırlığı ile korkutmak (inzar) değil de, iki tarafın dinlerinde serbestlikleri esası üzerine bir antlaşma teklifi niteliğinde ise onlar kabul etmiş ve gereğine uymuş bulundukları takdirde sonradan onlara harp ilanını emreden hükümler bu özel anlaşmayı neshetmiş (hükmünü kaldırmış) olurdu. Aynı şekilde bu onlara verilmiş mutlak bir müsaadeden ibaret olsaydı yine neshedilmiş bulunurdu. Halbuki mutlak bir izinden ibaret olmayıp “benim dinim, banadır” ile karşılıklı olduğu açıktır. Karşılıklı olarak bir anlaşma teklifi olması ihtimaline göre ise onlar bu teklifi kabul etmemişler, Peygamber’in dinî serbestliğini istememişler, küfürde o derece ileri gitmişlerdir. Kabul ettikleri farzedilse bile asla riayet etmeyip bozdukları ve hatta öldürülmesine bile teşebbüs ettikleri malum ve kesindir. O halde onlarca asla kabul edilmemiş veya bozulmuş bulunan bir anlaşmanın, bir hükmü farz olunamaz ki neshine ihtiyaç olsun. Ne izin, ne de anlaşma teklifi olmayıp, beyan olunacağı üzere sırf red veya inzar (korkutma) olduğu takdirde ise neshe lüzum olmayacağı açıktır. Şu halde Alûsî’nin de hatırlattığı gibi bu sûre her yönden muhkemdir. Bunda nesh olunmuş bir hüküm yoktur. Bununla birlikte sonundaki “sizin dininiz sizedir” fıkrasının, seyf âyetleri (cihada izin veren âyetler) ile mensuh olduğunu söyleyenler de olmuştur. Demek olur ki bunlar, “kâfirler”in hepsine hitap olması ihtimalini “sizin dininiz size, benim dinim banadır” âyetinin de kabul şartı gözetmeyerek mutlak bir antlaşma ilanı olması ihtimalini dahi düşünmüşlerdir. Böyle bütün dünyaya “ey kâfirler” diye nida edip de kabul şartını gözetmeksizin hepsine karşı antlaşma ilanı ise Resulullah’ın gönderilişi ile uyuşması kabil değildir. Ancak kabulleri şartıyledir ki bunun bir mânâsı olabilir. Kabul etmeyenler veya kabul
edip de bozanlar hakkında da söylediğimiz vechile neshe hacet kalmaz. Fakat böyle genel bir anlaşmanın mevcut olmadığını bütün ihtimalleri dikkat nazarına alarak anlatmış olmak için bunun başlangıçta bir antlaşma ilanı olduğu soyut bir ihtimal olarak farzedildiği takdirde bile mensuh olmak lazım geleceğini söylemişlerdir. Bu daha kestirme olduğu için yaygınlaşmıştır. Maksadın esası öyle bir anlaşma hükmünün geçerli olmadığını bildirmek olmasına göre her iki görüşte de netice bir demek olursa da, nesih tasavvuru bu sûrede sadece uzaklaşmadan fazla olarak başlangıçta mutlak bir anlaşma hükmünün sabit olduğunu ve lüzumu halinde cihada engel olmaya delalet eder bir kaydın varlığını farzetmeye dayanmaktadır. Halbuki kabulsüz antlaşma hükmü düşünülemeyeceği gibi, böyle bir teklife, genel olsun, özel olsun, “ey kâfirler” diye hitap ederek başlanmak da makul olmaz. “De ki, ey kâfirler” emri, her şeyden önce bir mücahede telkin eder. Bunun sonunda, “dininiz sizin olsun, hayır ve şer cezası, sorumluluğu size aittir, sonra karışmam ha!” demek de bir izin verme değil, “İstediğinizi yapın.” (Fussilet, 41/40) kabilinden bir tehdit veya “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256) esası üzere, bir defetmek ve reddetme ile uzak bulunma olduğu zahirdir. O halde başlangıçta antlaşma sabit olmayınca netice bakımından nesih de varid olmaz. Şu halde hitap, genel olsa da, özel olsa da bu sûrenin hiç bir âyetinde nesih yoktur, hepsi muhkemdir. Yalnız önceden umuma hamledildiği takdirde ikinci ve üçüncü âyetlerle tahsis gerekeceğine göre, bu sebeple izah olunduğu üzere hususa yüklenmesi daha uygundur. Yani “ey o Allah’tan başkasına tapan ve bundan böyle imana gelmeyecekleri Allah’a malum bulunan müşrik kâfirler!”
2. Tapmam. Ne şimdi, ne ilerde gönül verip ibadet etmem, o nesnelere ki siz tapıyorsunuz. Yani o tanrı yerine koyup durduğunuz ve benim de tapmamı istediğiniz o şeylere ben ibadet ve kulluk etmem. Buna karşı onların, “biz Allah’a da ibadet ederiz” diyebilmeleri ihtimalini defetmek ve murad, Allah’dan başkasına ibadet etmem demek olduğu anlatılmak üzere onların ne şimdiki halde, ne de gelecekte Allah’a ibadet etmeleri ihtimali kalmayacak derecede şirk ve küfür, tabiatları olmuş kimseler olduğu şöyle açıklanıp haber veriliyor
3-4. ve siz ibadet ediciler değilsiniz o mabuda ki ben ibadet ederim. Yani benim ibadet edip durduğum mabudum Allah’a ibadet şanından olanlardan değilsiniz. Siz ona tapmıyorsunuz da, tapmazsınız da. Zira bundan önceki sûrelerden anlaşıldığı üzere ibadetin şartı ihlastır. Allah’ın birliğine iman etmeyince ona ibadet edilmez. Allah’a ibadet eden ondan başka Tanrı tanımaz. Allah’a başkalarını ortak koşarak veya Allah’tan başkasını Allah diye hayal ederek tapmak Allah’a ibadet değil, onu tanımamaktır. Onun için müşrikler Allah’a kulluk ediyoruz zannetseler bile, kulluk etmiş olmazlar, kendi hayal ve hevalarına taparlar. Bundan dolayı “De ki: “Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller.” (Zümer, 39/64) buyurulmuştu.
5. ve siz ibadet ediciler değilsiniz o mabuda ki ben ibadet ederim. Yani benim ibadet edip durduğum mabudum Allah’a ibadet şanından olanlardan değilsiniz. Siz ona tapmıyorsunuz da, tapmazsınız da. Zira bundan önceki sûrelerden anlaşıldığı üzere ibadetin şartı ihlastır. Allah’ın birliğine iman etmeyince ona ibadet edilmez. Allah’a ibadet eden ondan başka Tanrı tanımaz. Allah’a başkalarını ortak koşarak veya Allah’tan başkasını Allah diye hayal ederek tapmak Allah’a ibadet değil, onu tanımamaktır. Onun için müşrikler Allah’a kulluk ediyoruz zannetseler bile, kulluk etmiş olmazlar, kendi hayal ve hevalarına taparlar. Bundan dolayı “De ki: “Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller.” (Zümer, 39/64) buyurulmuştu. Aradaki bu fark daha çok açıklanmak ve takviye olunmak üzere de buyuruluyor ki: Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Yani sade şimdi tapıyor olduklarınıza değil, Peygamber olarak gönderilmeden önce geçmişte taptıklarınız da dahil olmak üzere hiç birine ibadet edici değilim; ne taparım, ne de tapmışım.
Başlangıçta muzarî sigasıyla burada mazî sigasıyla buyurulması, onların halde olduğu gibi, geçmişteki tapmalarına da Peygamber’in iştirak etmemiş olduğuna işaret eder. Bundan dolayı bazıları buradaki ism-i failinin mazi (geçmiş zaman) mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Geçmişte olsun, halde olsun, gelecekte olsun hiçbir zaman onlara ibadet edici değilim, diye tamamını reddetmek daha kuvvetli olur. Şu kadar ki ism-i failin mef’ul-i bihte ameli için hal veya gelecek zaman (istikbal) mânâları şart olduğuna dayanarak burada mef’ul-i bih olan mevsul “mâ”sında amil bulunan ism-i failinin mazi mânâsına olabilmesi tartışılmıştır. Fakat bu itiraz nın masdariyye olması takdirinde varid olmaz. Çünkü o zaman mef’ul-i mutlak olabilir. Bunda amel için ise hal ve istikbal (gelecek) mânâsı şart değildir. O halde masdariyye olduğuna göre mânâ şu olur: “Ben sizin tapışınızı, o şirk ibadetini hiçbir zaman yapıcı değilim.” Yahut “o sizin benden istediğiniz şirk ibadetinizi geçmişte dahi yapmadım ve hiç bir zaman yapacaklardan da değilim. Öyle ne tapmışım, ne de taparım, sizin tapışınızı yapanlardan değilim.” Siz de benim ibadet etmekte olduğum mabuduma ibadet edicilerden değilsiniz. Hiç bir zaman değilsiniz, etmediniz, etmiyorsunuz, edecek de değilsiniz. Yahut siz de benim edeceğim tevhid ve ihlas ile ibadet etmediniz, etmiyorsunuz ve etmezsiniz. Bu iki âyet ilk bakışta öncekilerin bir tekrarı gibi görünür. Bunda tefsircilerin iki vechi vardır:
Birisi başlıbaşına tekid de takviye için tekrar edilmiş olmasıdır ki, üçüncü menfi (olumsuz) cümle, ismiyye (isim cümlesi) olarak daha kuvvetli bir şekilde birinciyi, dördüncü de ayniyle üçüncüyü mânâ itibarıyla te’kit eder denilmiştir. Ferra bu fikre kanaat getirmiş ve demiştir ki: “Kur’ân Arap diliyle nazil olmuştur. Tekit ve anlatmak için kelâmı tekrar etmek de onların âdetlerindendir. Kabul eden “belâ, belâ” (evet evet) der; çekinen “lâ, lâ” (hayır hayır) der. “Hayır, yakında bileceksiniz, yine hayır yakında bileceksiniz.” (Tekâsür, 102/3-4) yüksek sözü de bunun üzerinedir. Ve şu beyitleri söylemiştir:
Ve “Bende onların yaptığı nice şeyler vardır.
Yükseltip gerekli kıldıkları eller (nimetler) vardır.
Leylâ’nın uzaklığı yüzünden sabahleyin kargalar bağırıyor.
Onlar Leylâ’nın ayrılığından -kimbilir- kaç defa bağırıyorlar?
Sen sormadın mı Leylâ! Kinde topluluğuna,
Geri döndükleri gün ki; nereye, nereye?”
Nazımda ve nesirde bunun misalleri çoktur. Burada tekidin faydası da o kâfirlerin ümitlerini kesmek ve ebedi olarak küfürde kalacaklarını tesbit etmektir”. Taybî de bunu tercih etmiştir. Lakin burada atıf vardır. Halbuki cümlelerin tekidi den başka atfedici ile olmaz, diye itiraz edilmiştir. Fakat caiz görenler “vâv”ı da ye kıyas etmişler demektir. Lakin bu şekilde atfın en zahir şekli de bu dördüncü cümleyi üçüncüye atfettikten sonra hepsini önceki iki cümlenin tamamına atfederek bu iki âyet toplamıyla önceki iki âyet toplamını te’kit olmalıdır. Gerçi üçüncü birinciye, dördüncü ikinciye atf ve tekit olmak lafız ve mânâ bakımından daha uygun gibi görünür ve Ebu Hayyan’ın ifadesinin zahiri de bu ise de, bu şekilde tekit ile tekit edilenin, atfedilen ile kendisine atfedilenin aralarını ecnebi (müteallakı olmayan) ile fasıl (ayırım) Nahiv ilmince caiz olamaz. Şu halde bunda lugat mânâsıyla bir tekit ve takviye zahir olsa da terim mânâsıyla tekit, zahir değildir. Bu bir atıftır, atıf ise az çok bir başkalık ifade eder. Onun için çoğunluk, bu âyetlerde mânâ bakımından tekrar olmadığını ve bundan dolayı sadece tekit değil, her birinin bir te’sis (esas koyma) olduğunu açıklamışlardır. Zira muzarî ve ism-i fail kiplerinin hal, gelecek, devam ettirme mânâlarına göre birçok vecihlerle farkları olabileceği gibi, ‘ların da mevsul veya mevsuf yahut masdariyye olabilmeleri ihtimallerine göre çeşitli farkları düşünülür. Bunların şekli ve her birinin siyak (söz gelimi)a göre olan özelliği de düşünülünce burada tekidden başka daha birçok vecihler hasıl olabileceğinden bu farkları çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. Çok olumsuz olan muzari ve ism-i fail kiplerinin hal, gelecek zaman, geçmiş zaman mânâlarına göre zaman farklarını gözetmişler, bazıları da önceki iki yı mevsul; sonraki iki yı de masdariyye olmak üzere ayırım yapmışlar, bazıları da iki vechi toplamışlardır. Zaman ayırımı yapanlar: Bir kısmı öncekilerin hal, ikincilerin gelecek zaman için olmasını, bir kısmı da tersini tercih etmişlerdir.
Keşşaf şöyle demiştir: “Mânâ: Ben, gelecekte benden istediğinizi, o ilâhlarınıza ibadeti yapmam, siz de gelecekte o benim sizden istediğimi, benim ilâhıma ibadeti yapacak değilsiniz ve ben sizin taptıklarınıza geçmişte bile asla tapmadım. Yani cahiliyyede bile benden putlara ibadet geçmiş değildir. O halde o benden İslâm’da nasıl ümit edilebilir! Siz de benim ibadet etmekte olduğum mabuduma hiçbir vakit ibadet etmediniz.” Ebu’s-Suud da bunu tercih etmiştir.
Bu mânâda “ben tapmayacağım” nefy-i istikbal (olumsuz gelecek), birinci “siz tapıcılar değilsiniz” de öyle. lar mevsul olmakla beraber mabuddan ibaret değil, masdariyyede olduğu gibi ibadetten ibaret; “ben ibadet edici değilim”de “vâv”, haliyye olmak muhtemel olarak nefy-i mazi (olumsuz geçmiş zaman), ikinci “siz ibadet ediciler değilsiniz” bütün zamanları içine almak üzere nefy-i müstağrak demek olur. Bu şekilde her cümlenin ayrı bir mânâ ifade etmesinin bir şekli nüzul sebebine göre anlatılmıştır.
Buna iki şekilde itiraz edilmiştir:
Birisi: nın hâle (şimdiki zamana) de, gelecek zamana da ihtimali varken, öncekilerin geleceğe tahsisidir. Zira Ahfeş, Zeccâc ve diğerleri gibi bir kısım tefsirciler öncekileri hale, ikincileri geleceğe yüklemişlerdir. Lakin maksad hasr (tahsis) olmayıp nüzul sebebinde taleb istikbale ait olduğundan “ben tapmayacağım” nefy-i istikbalde meşhur bulunduğundan dolayı ilk cevabın onu red ile başlaması, sonra daha çok terakki için mazi ve zamanların hepsine kadar gidilmesi daha kuvvetli olmuştur.
İkincisi: Yukarıda işaret ettiğimiz üzere mazi mânâsında olan ism-i failin mef’ul-i bih olan mevsul mâ’sında ameli meselesidir. Zira Kisâi bunu kabul etmişse de, çoğunluk reddederler. Keşşaf Nahivce bunda Kisaî mezhebini benimsemiş denilmek de uzak görünür. Bundan dolayı öncekilerin geleceğe, ikincilerin hale hamletmesi daha uygun olacağını söylemişlerdir. Fakat üçüncüde mazi sigasıyla “siz ibadet etmediniz” buyurulması, buradaki “abid”de mazi mânâsının da işaret şekliyle olsun düşünülmesine bir karine (ip ucu) gibidir. Onun için hal ve gelecek mânâsını ihmal etmek caiz olamayacağı gibi, mazi mânâsı da ihmal edilmemek gerekir. O halde amel, ya bazılarının dediği gibi kendinden öncesine müşâkele (şekilce bir olma) suretiyledir. Yahut “mâ”, ibadet mânâsına hamledilmek itibarıyla masdariyye gibi mef’ul-i mutlak yerinde olduğundan dolayıdır. Böyle olunca da sonrakilerde ma-i masdariyye yapmak, olumsuzlukta, mazi, hal, istikbal üçünü de içerecek vechile mutlak ism-i faile musallat etmek siyak-ı nefy (sözün olumsuz gelmesi)de varid olan nekrenin genel istiğrak (kaplama) mânâsına daha uygun ve tekitlerin hepsinden kuvvetli, gelişen bir te’sis (esas koyma) olduğu gibi, netice için de ayrıca bir genişleme olur. Onun için biz de yukarıda bu yolda izah ettik.
Görülüyor ki burada ibadet fiilinin türlü tasrifleriyle birçok nüktelere işaret olunmuştur. “Mâ”ların mânâlarına ve “vâv”ların bağlama şekillerine göre de bunların birbirleriyle çarpışmasından o kadar çok tefsir şekilleri ortaya çıkıyor ki, tafsili şöyle dursun, sayılması bile uzundur. Ancak şunu da söyleyelim ki fiilleri haldir. Bunların gerek mevsul ve gerek masdariyet üzere tercümelerinde biz hal mânâsını açık ve kısa olarak ifade edemiyoruz. Çünkü dilimizde fiili halden ve muzariden sıla sigası yapmak yoktur. Biz yalnız “olduğu olacağı” gibi maziden ve istikbalden sıla yapıyoruz. Mazi sılasını mazide ve halde müşterek kullanıyoruz. Onun için tercümede bunları “taptığınız, taptığım” diye ifade etmiş bulunuyoruz. Olsa olsa tapıyordunuz, tapıp durduğunuz, tapıyor bulunduğum” diyebileceğiz ki, bunlar da hali mazi ile hikaye oluyor. Halbuki bütün bunlar, esas itibarıyla mazi olan “sizin taptığınız” fiilinin mânâsıdır. Buna da “taptığınız” diyoruz. Burada ise bu farkın önemi bulunduğundan tefsirde hatırlatmak lazımdır. Zira muhataplar tarafından hem “tapmakta olduğunuz”, hem “taptığınız” diye hem hal, hem mazi siğaları tasrih edilmiş olduğu halde, Peygamber’e ait olanda sadece “taptığım” diye hal fiili tasrih olunmuş, mazi kapalı geçilmiş olmasında önemli bir nükte vardır ki, o da Peygamber’in uyulması gereken fiili, ibadeti hal zamanındaki yani peygamberliğinden itibaren olan ibadeti olduğuna tenbihtir.
6. Madem ki durum böyledir, sizin olsun dininiz. Bana gerekmez âdet edindiğiniz o küfür ve şirk itikad ve ibadeti. Bütün sorumluluğu, hesabı, cezası, vebali ile sırf size aittir, bana tecavüz edemez. Yani ben ondan tamamen uzağım. Şu halde benden onun kabulünü asla ummayın.
Tefsircilerin çoğunluğu demişlerdir ki, bu yukarıki “taptıklarınıza tapmam” sözüyle “taptıklarınıza tapıcı değilim” sözünü sağlamlaştırmadır. Yani onların mânâsı olan kararı tebliğdir. Bana da dinim. Tevhid ve ihlas ile Allah’a ibadet ve taattan ibaret olan “O (Allah), Resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi.” (Feth, 48/28), “Muhakkak ki Allah katında din İslâm’dır.” (Al-i İmran, 3/19) buyurulan hak İslâm dini de benimdir. Onun ecir ve sevabı, Kevser’i de ancak bana aittir. Sizin ondan nasibiniz yoktur. nin aslı dir. Esre ile yetinilerek mütekellim “yâ”sı hazfedilmiştir. Bu da “taptığıma tapıcı değilsiniz” sözünü tekittir. Burada Fahreddin Razî, “tefsir”inde üç meseleden bahsetmiştir.
Birinci mesele: İbnü Abbas demiştir ki: Allah’a küfrünüz sizin, ona tevhid ve ihlas da benim. O halde onların küfürlerine izin verilmiş denilebilir mi? Hayır, çünkü Peygamber (s.a.v.) küfürden men etmek için gönderilmiştir. Ona izin vermesi nasıl tasavvur olunur! Kastedilen şu emirlerden biridir: Birincisi bundan kastedilen “İstediğinizi yapın.” (Fussilet, 40/40) gibi tehdittir. İkincisi şöyle demek gibidir: Ben sizi hak ve kurtuluşa davet için gönderilmiş bir Peygamber’im. Böyle iken kabul edip bana uymuyorsunuz, o halde bırakın da beni şirke davet etmeye kalkışmayın. Üçüncüsü: Dininiz sizin olsun, eğer helak olmak sizin için bir hayır ise ona sarılın, ben dinimi bırakmam. (Bu izah, dinin bütün mânâlarını içine alarak en meşhur mânâsı olan ve esası mebde’ (başlangıç) ve mead (ahiret)le ilgili olan itikat (inanç) ve amele raci bulunan millet (din) mânâsına göredir) Bu âyetin tefsirinde ikinci görüş: Din, hesabdır. Sizin hesabınız size, benim hesabım banadır. Hiç birimizin amelinden diğerine bir sorumluluk teveccüh etmez, demektir. Üçüncü görüş: Dinden maksad cezası, üzerine gerekecek ceza veya sevaptır. Yani sizin dininizin cezası sizin, benim dinimin cezası benimdir” de! Onlara dinlerinin cezası olan vebal ve ceza elverir; sana da senin dininin mükâfatı olan tazim ve sevap yetişir. Dördüncü görüş “Allah’ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi onlara (zina eden kadın ve erkeğe) karşı acıma duygusu tu(tup engelle)mesin.” (Nur, 24/2) âyetinde din, belli cezalar demek olan hadd (dînî ceza) olduğu gibi, burada da ceza mânâsınadır. (Bu, ceza mânâsından ehastır, Türkçe’de kullandığımız ceza demektir). Şu halde mânâ şu olur: Benim Rabbimden gelecek cezanız size, sizin putlarınızdan gelecek ceza da bana aittir. Lakin sizin putlarınız bir şey yapamaz, ben onların cezasından korkmam. Fakat göklerin ve yerin tek kahredicisi olan âlemlerin Rabbi’nin cezasından sizin aklen dahi korkmanız lazım gelir. Beşinci görüş: Din, “Dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na dua edin.” (Mümin, 40/14) âyetinde dua mânâsına gelir. Yani sizin duanız, yalvarmanız sizin olsun, kâfirlerin duası ise dalalettedir, boşunadır. “İşte kâfirlerin duası böyle boşa gitmektedir.” (Ra’d, 13/14), “O taptıklarınıza ne kadar dua etseniz, onlar sizin duanızı işitmez, faraza işitseler bile istediğinizi veremezler.” (Fatır, 35/14) Bu kadarla da kalmaz, kıyamet günü size zarar da verirler.
“Kıyamet günü de, sizin (onları Allah’a) ortak koşmanızı inkâr ederler. Bunu sana herşeyden haberi olan (Allah) gibi hiç kimse haber veremez.” (Fatır, 35/14) dir. Benim Rabb’im ise herşeyden haberdardır, iman edenlerin dileklerini verir “İnanan ve iyi işler yapanlar(ın duasını) kabul eder.” (Şura, 42/26) buyuruyor; “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim.” (Mümin, 40/60) buyuruyor “Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versinler, bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.” (Bakara, 2/186) buyuruyor. Altıncı görüş: Din, âdet mânâsına gelir. Mânâsı: Sizin geçmişlerinizden ve şeytanlardan alınmış olan o şirk âdetiniz sizin olsun, benim melekler ve vahyile Rabbimden aldığım âdetim de benim. Siz şeytanlara ve ateşe kavuşuncaya kadar âdetinizde durun; ben de Rabbime, cennet ve rıdvanıma.”
İkinci mesele: Tahsis ifade eder, mânâsı: “sizin dininiz sizedir, sizden başkasına değil; benim dinim de banadır, benden başkasına değil” demektir. Ve “İnsana, çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) ve “Hiç bir günahkâr, bakasının günah yükünü taşımaz.” (İsra, 17/5) âyetlerine işarettir. Bu da, baştaki “söyle” emri düşüncesiyle şöyle demek olur: “Ben böyle vahy ve tebliğ ile yükümlüyüm, sizler de benimseme ve kabul ile sorumlusunuz, ben mükellef olduğum görevimi yaptım, teklifin üstesinden çıktım, sizin küfürde ısrarınızdan bana hiç bir zarar gelmek ihtimali yoktur, bütün zarar size aittir”. Ancak Râzî’nin bu ifadesinde tahsisin tasvirinde selbi (inkâr) cihetleri, “sizden başkasına değil”, “benden başkasına değil” diye genelleme, dolayısıyla olmuştur. Sözün sevkine göre izafet iki taraf arasında olduğu için tahsisler de “sizedir, bana değil; banadır, size değil” diye önce iki taraf arasında tasvir olunmak açıktır. Razî de buna yukarda geçen sözünün sonunda işaret etmiş demektir. Ebu’s-Suud bunu daha açık olarak şöyle tasvir etmiştir: Sizin dininiz ki Allah’a ortak koşmaktan ibarettir, o sizin için tahsis edilmiştir. Sizin umduğunuz gibi benim tarafıma geçmez, şu halde ona boşuna ümitlerinizi kuruntularınızı takmayın, çünkü o münkün olmayan şeylerdendir. Benim dinim ki tevhiddir, o da bana tahsis edilmiştir, sizin tarafınıza geçmez. Çünkü siz onu mümkün olmayana bağladınız ki, o mümkün olmayan benim sizin tanrılarınıza ibadet veya onlara sarılmamdır. Öyle yaparsan biz de senin tanrına ibadet ederiz, diye bana vaad ettiğiniz de aynı şirk koşmaktır. Onların bir sene sen bizim tanrılarımıza ibadet edersen, bir sene de biz senin ilâhına ibadet ederiz, demeleri de iki tarafın iki ibadette ortaklıkları esasına dayanmış olduğu için, dayanılanın önce getirilmesinden beklenen tahsisin “kasr-ı ifrat” olması gerekir. Bir de “sizin dininiz size” tahsisi, “taptıklarınıza tapmam” sözünü; bu “dinim banadır” tahsisi, “taptıklarınıza tapıcı değilim” sözünü tekit olması caizdir. Şöyle demek olur: “Bana ancak benim dinimdir, sizin dininiz değil.” Bu şekilde dayananın, kendisine dayanılana tahsisi olmuş olur.
Üçüncü mesele: Yine Râzî der ki: “İnsanların bir antlaşma sırasında bu âyet ile temsil edilmeleri âdet olmuştur. Bu ise caiz değildir. Çünkü Kur’ân temsil olunmak için (yani mesel halinde söylenmek için) değil, düşünülüp de gereğince amel olunmak için indirilmiştir.”
Âlûsî buna temasla şöyle demiştir: Bunda iktibas (aktarma) kapısını örtmeye bir meyil vardır. Halbuki sahih olan iktibas(aktarman)ın caiz oluşudur. Bu Peygamber (s.a.v.) kelâmında, sahabe, imamlar ve tabiinin birçoklarının kelâmlarında vaki olmuştur. Celaleddin Suyûtî’nin de adında yeterli bir risalesi vardır. Fakat iktibasın caiz oluşu da her yerde değil, münasip ve hürmete aykırı olmayan yer ve mânâlarda olabileceğini unutmamak lazım gelir. Râzî, Kur’ân temessül (bir şekil ve surete girmek) için indirilmedi demekle, temessülü mutlak surette reddetmiş görünüyorsa da düşünme ve amel kaydını esas tutmuş olduğuna göre maksadının, düşüncesiz olan temessülü yasaklamak ve bundan dolayı bu âyeti ile mütareke mevkiinde temessül, düşüncesizlik olacağı için caiz olamayacağını söyleyerek bu âyette antlaşma mânâsı olmadığını haber vermek olduğu anlaşılır. Nitekim Alûsî kendisi de antlaşma mânâsı olmamasını tercih ile âyetin muhkem olduğunu açıklamış ve demiştir ki: “Evla (en uygun) olan mensuh olmayacak bir mânâ ile tefsir olunmaktır, çünkü nesih zahirin zıddıdır. Zaruret olmadıkça ona gidilmez.”
Gerçekte Kadı Beydâvî de şöyle demiştir: “Bunda ne küfre izin, ne de cihaddan menetmek yoktur ki kıtal âyeti (harbe izin veren âyet) ile mensuh olsun, meğer -Allahümme- antlaşma ile tefsir edildiği takdirde ola.”ola.
Bu sûreyi, geleceği üzere Nasr Sûresi’nin takip etmesi de bunun mensuh olması şöyle dursun, nasr (yardım) ve fetih başlangıçlarından olan mücahede kabilinden olduğuna işaret eder.